Biliyordu anneannesinin Alzheimer’ının kötüleşeceğini. Doktorla birçok defa konuşmuşlardı. Konuşmaları hep bir yerde tıkanıp kalmıştı: ‘Ne hızla seyredeceğini bilemeyiz ama durdurmak mümkün değil’.
İnternet’ten de araştırmıştı, aynı şeyler.
Sonu belirsiz bir yolculuktu yaşadıkları; her hastada farklı olabilir ileri aşamaları demişlerdi.
Hastalıktan sonra onu yalnız yaşadığı evinde bırakamazdı. Kızıyla üçü birlikte oturuyorlardı. Bir yardımcı tutmuştu. Akşamları işten çıkınca oyalanmamaya çalışıyordu. Aklında her zaman aynı şey; acaba bugün bir şey oldu mu, fark edilir bir kötüleşme var mı?
Kadına sorduğunda aldığı cevaplar ona yetmiyordu ama daha da fazla zorlayamıyordu; ‘aynı işte’ diyordu kadın. Bir şey yok, yemeğini yedi, her zamanki gibi, hep oturdu, hiç konuşmadı.
Konuşmuyordu anneanne. Dalıp gidiyordu. Saatlerce boş boş camdan bakıyordu. Hep uzaklara. Bir şey bekliyormuş gibi. Oradakilerle ilgisi kopmuştu. Bazen sorulanlara kısa kısa cevaplar veriyordu, bazen de hiç.
Bir akşam gene bakıcıya nasıl geçti diye sorduğunda her zamankinden farklı bir cevap almıştı: “Bugün bir şeyler söyledi ama anlamadım”.
Neden bu kadın bu kadar tepkisizdi ki, insan ne dediğini anlamaya çalışır. Merak etti.
Bir hafta sonuydu, bakıcının izinli olduğu bir gün. Anneanne odasında koltukta. O da kitabına dalmıştı. Hafiften sesini duydu, evet bir şeyler söylüyordu. Kitabı hemen bıraktı, dibine gitti, eğildi duymaya çalıştı. Mırıldandığı bir şarkıya benziyordu. Yumuşacık bir şarkı. Sözlerini anlayamıyordu ama.
Dikkatle dinledi. Tekrarlar vardı. Ninni gibi.
Yakaladığı birkaç kelimeyi aklında tuttu, bir kağıda yazdı. Birilerine sorarım dedi, belki bir anlamı vardır.
Pazartesi işe gittiğinde bir ara aklına geldi kağıt. Sözleri okudu onlara.
Birisi ben biliyorum dedi, “Ermenice bu. Ermenice bir ninni”.
Ama anneanne nereden Ermenice bilebilir ki?
Anneanne çocukluğuna gitmişti.
Bütün hayatı boyunca içinde sakladığı sırrı ninni olarak çıkıyordu.