Altan küçüktü daha, herhalde 7-8 yaşlarında falan (şimdi 30). Bostancı’da bir kasaplar çarşısı vardı, oradaki Dörtler et lokantasına giderdik ayda bir. Alışkanlığımız. Gelip gidişlerde dikkatimi çekerdi o sokaktaki ocakbaşı. Birgün estiler, hadi ya gelin şuna gidelim dedim. Bizimkiler tırstı; aile yeri midir, rahat eder miyiz diye. 90’ların ilk yarıları, ocakbaşı dediğin yer, yarı meyhanemsi, pek çoluk çocuk gidilen yerler değil. Haklılardı, alışılmamış bir şey önermiştim.
Gerçekten hiç kadın yoktu. Birkaç erkek masası, o kadar. Benden bir inisiyatif daha: Gelin mangalın önünde oturalım! Kimse yoktu orada. Bizimkiler yavaş sesle bık bık söylenirken ustanın tam karşısına dizildik üç kişi.
Başını kaldırıp özellikle bakmadı bile rahatsız etmeyeyim diye. Hep gözler aşağıda, işiyle meşgul. Benim zaten çocukluğumdan Antakya kültürüm var, hiç siparişte acemilik yapar mıyım? Bize bir gavur dağı salatası yapar mısın, ama nar ekşisi gerçekse dedim. Bir de patlıcan söğürme, bolca.
Ve dostluğun temel taşının konduğu an: Onun dışında sana karışmam, bildiğin gibi.
Taburesinde oturmuş, yerde yanı başında rakısı var, arada bir yudum alıyor, her hareketi bilinçli, bir sürü şeye aynı anda tam hâkim.
Acele yok.
Sonra tabakları uzatmaya başlardı. Önce köz arpacık soğan. Patlıcanları sıcak küle koyardı bu arada, arada parmağıyla hafif yoklardı yumuşaklığını, oradan anlıyordu olduğunu. Parmağıyla soyuverirdi kabuklarını. Eller olmuş zırh, sıcak işlemiyor. Sonra patlıcanları borcama koyardı, üzerine az zeytinyağı, ocağın uzağına bir yerde, ‘terlesin biraz’ derdi.
Bilmezdim neler vereceğini. Birer küşneme yapardı genellikle. Ardından şişte fıstıklı top köfteler. Sonra birer kaburga.
Devam edeyim mi derdi bir yerde. Tam zamanında.
İlkinde kalkarken adını sormuştum Ali ustanın. O kadar az konuşurdu ki. Fazla belli etmeden avuçtan avuca iyi bir bahşiş vermiştim.
Bir dahaki sefer gidelim mi dediğimde, Altan hemen, evet evet demişti.
Müdavim olduk. Ayda 2-3, hop ustanın karşısına. Neler tattırmadı ki bize; yeni dünya kebabı, sarımsak kebabı.. En müthişi Kilis kebabı olurdu; köftesini, patlıcanı, köz domates biberi, pul biber kimyonla ince kıyar karardı, sonra da dürüm yapardı her birimize birer tane.
Epeyi zaman geçmişti. Birgün bir gittik, Ali usta yok. Garsonlara sordum, bilmiyoruz diyorlar. Bilmiyorlarmış, mümkün değil, başka bir sorun var. O olmayınca o gece vazgeçtik, çıktık.
Sonra ben bir ara gündüz oradan geçerken bir garsona üsteledim, nerede diye. Anlaşamadı patronla, içki sorunu vardı, mahalle arasında bir yere gitmiş diye duydum dedi (semti de söyledi).
Bir günümü ayırdım aramak için. Sokak sokak. Bakkallara burada kebapçı nerede var diye sorarak. Buldum. Zavallı bir semt mekanı. Apartmanların arasında. Akşamına gittik. O kadar mütevazı bir yer ki, ocak başında oturacak yer yok. Masada oturduk. Garson sipariş almaya geldi, yok dedim, sen hiç karıştırma, o gönderir. O gece garsonun şaşkınlığını anlatamam, Ali usta tek tek bir şey yapıyor, o taşıyor.
Çok uzun sürmedi, gene kayboldu Ali usta. Bu defa aramadım.
Birgün Bostancı çarşısındaki garson gördü beni geçerken, buldunuz mu dedi. Anlatmadım artık, yok dedim. Ben duydum dedi, pazarda çiğ köfte satıyormuş, aramayın.
Ah Ali usta ah, nasıl yükselttin çıtamızı. Sen bir sanatçıydın.
Kendineydi kötülüğün.
Sümer Özvatan dedi ki:
Muhteşem bir anlatım tarzınız var; okurken yine yaşadım, “o gönderir” dediğiniz an müthiş duygulandım.
Kimi güzel, kimi kekremsi bir tat bırakmıştır yaşamınızda, çok değerli insanlar biriktirmişsiniz.