Hard İK

Dijitalleştirme/devam yazısı

Ağzı yanmışlardan geri bildirim geldi, hayat kolay değil, dijitale geçiş aşaması üzebilir diye.

Demiştim ki, her şey iş akışlarını çıkarmakla başlar. Pastaban gibi. Onun üzerine, dijitalin omuru olacak yeni süreç geliştirilir, değiştirilir. Bunu da en iyi, işi yapanlar bilir, onlarla birlikte süreçleri çıkarmak lazım.

En çok itiraz edilen nokta bu oldu.

Diyorlar ki, yapmazlar.. içeriden insanlara yaptıramazsınız. Bir defa koltukçular direnir. İşinin ortadan kalkacağından korktuğu için yokuşa sürer. Günlük işin aksamaması çalışanların önceliğidir, onun için ilgilenmezler. Ya da angarya olarak görür, ek iş yükü sayar, destek olmaz, pasif kalırlar.

Emrivaki ile de yaptıramazsınız. Onu da bünye reddeder. Ön hazırlıksız tepeden inme bir dış destekçiyi sabote ederler. Tam anlamadıkları bir şeye karşı kendilerini savunurlar.

Ben bu derde karşı tek ilaç bilmiyorum. Yuvarlak laflar da etmek istemiyorum. Tek bildiğim, daha en baştayken bu konuyla uğraşmak lazım. İçeride kimler seçilecek ve onlar nasıl kazanılacak? Proje liderliğini kim yapacak? Doğru kişi o mu? Her şey durumsal. Her kurumda başka yolla. Ekip sağlam değilse, iş zor gerçekten.

İkinci itiraz konusu, yazılımın her defasında baştan yazılması şart mı?

Bir tez, evet diyor. Kurumların iş yapışları ve ihtiyaçları o kadar farklıdır ki, başka türlü olmaz.

Başka bir tez de, o pahalı ve uzun yoldur diyor. Duymadınız mı, Web tabanlı, her ihtiyaca uyumlanabilen, kurumsal süreç yönetimi hazır platformları var diyor. Yeniden kod yazmaya gerek yok. İstediğiniz gibi üzerinde çalışır, biçimlendirir, işletirsiniz diyor.

Engeller bunlar.

Kolay iş yok. Zorlukların nerede çıkacağının farkında olmak da yüzde 50 hazırlık sayılmaz mı?

Gene de zahmete değer. Yürüyün.

***

Not: İki kişiden destek aldım bu yazıda. Biri Artemiz Güler (Agilis Teknoloji Çözümleri Ülke Müdürü), diğeri Gürkan Platin (Next4biz CMO’su ve yönetim kurulu üyesi).

Kısa öyküler

Tahinli ekmek

Azimliydi kafesini ayakta tutmaya. Üç yıl olmuştu, 30 yıl gibi geliyordu ona. Bütün hayatını elinden almıştı o kafe. Yormuştu.

Geçmişte hep hayaliydi özgürlük, kendi hayatına sahip olma, bir sürü minik fanteziler. O kadar gerçek hayal etmişti ki, istediği zaman içinde köşe bucak dolaşabiliyordu.

Gerçek bambaşkaydı.

Çok para gitmişti. Tahmininden fazla. Olur böyle hesap sapmaları demişti. Ticarettir, demek risk böyle bir şeydi.

En çok emek verdiği şey mönüydü. Ah o mönü. Gerçekler hayallere karşı. Neler yapmak istiyordu, ‘bir bilen’ler onu aşağı çekmişti.

Şunu duymaktan bıkmıştı artık: Müşteri değişik şeyden anlamaz.

Ortaya çıkan, düşündüğünün kötü taklidi gibi olmuştu. Şablon. Çünkü böyle isterler.

Sonra çalışanlarla yaşadıkları.. Yok canım bu kadar umursamaz olamazlar demişti. Evet bu kadardılar. Onlar da can derdindeydi. Hep iteleme, hep gözetim, hep eli işin üstünde olacak.

Asla niye bu işe kalkıştım demedi. Görev gibi, kader gibi saydı. Yürü kızım, devam dedi.

***

Boş bir gündü. Ölü saat. Kapamaya daha çok var. Bir elini yüzüne dayamış Instagram’ı öyle boş boş yukarı kaydırıyordu. Bir resim.. bir ekmek resmi.. unsuz. Sırf tahinle. Olur mu ki? Ne tutacak onu? İçinde yumurta, tahin, kabartma tozu. Nasıl yani, başka bir şey yok?

Gitti yakındaki marketten bir kavanoz tahin aldı. Ucuzundan. Nasılsa ziyan olacak.

Yaptı. Çok da inanmadan. Kocaman bir sanayi tipi fırını vardı dükkanda, komik kaçtı onun içinde ufacık şey. İlginç bir şey çıktı ortaya. Ekmek değil de, tahinli kek sanki. Un yoktu, inanması zor.

Koydu vitrine, ne yapacağını bilemedi.

O akşam bir müşteri ‘bu ne’ dedi. Söylemesi kulağa hoş geliyordu, unsuz ekmek. Un-suuzz.. Hiç düşünmeden tamam dedi müşteri, alıyorum.

Çeşit olur, hep mi yapsam birkaç tane diye aklından geçirdi.

Sonra niye bir tek o ki dedi. Mercimekli ekmek duymuştu, o da olsun.

Sonra badem unlu kurabiyeyi ekledi.

***

Birkaç ay sonra dükkanın görünümü tamamen değişmişti. Fırın ustası gitmişti. Yardımcı bir kadını vardı. Garsonların hepsi genç kızlardı. Her şeyi kendi yapıyordu.

Sadece üç ürünü vardı: Tahinli ekmek, mercimekli ekmek ve badem unlu kurabiye.

En önemlisi kafenin adı değişmişti; kocaman alttan ışıklandırılmış ‘Unsuz‘ yazıyordu.

Ekmeklerini kraft kağıda sarıyor, kırçıllı pamuk iple bağlıyordu. Hediye paketi gibi.

Devamlı sipariş veren müşterileri vardı.

O artık bir unsuz lezzet ustasıydı.

Hayali, biraz gecikmeyle, tesadüfen gerçekleşmişti.

Anılar

Bitmeyen iş

Çok büyük bir kurumdu. Proje de olacak iş değildi; hedefi muğlak, bir tane yaşanmış örneği yok. Üstelik gizli gündemli; sonuçlarını, yukarısı, kendi sorununu çözmek için kullanacak.

Niye girmiştim ben o işe Allahım?

Neyse anlatayım.

İlk umudum -her zamanki can simidim- içeriden bir ekip oluşturmaktı. Geçici yönetici gibi; ‘hadi çocuklar, şimdi şöyle yapıyoruz’. Nerdee? Söylemişlerdi ama, bulamazsınız diye. Onlarca kişiyle görüşmeden sonra sadece bir buçuk kişi çıktı. Onlar bile tartışmalı; bin tane günlük işleri var ve kerhen ‘ee hadi ne yapılacaksa yapalım’ havasındalar. Ben yüküm.

Dönüş yok, devam.

İşin sahibi yönetici acayip detaycı. Takipçi. Bundan sonraki adımda tam ne olacak diyor. Yahu ben biliyor muyum? Ne önersem, bu bizde olmaz diyorlar. Mesela projenin ortalarında bir yerde tüm planladıklarımın bir sebepten dolayı orada mümkün olamayacağını anlatmışlardı. Öngörmem mümkün olmayan bir nedenden.

Öyle bir kör uçuştu.

Kendimi o kadar yalnız hissetmiştim ki. Kocaman bir kurum, karşısında ben: Don Kişot. Her tarafta yel değirmenleri. Atım uyuz. Yanımda bir Sanço Panza bile yok.

Sayısını unuttuğum defa gitmişimdir, bir kısmı boşu boşuna. Bir bakarım, benim bir buçuğun ‘buçuğu’ yıllık izne çıkmış. Gelir, bu defa kurumda o gün bir olay patlar, hepsi ona gömülürler, dokunamazsın.

Bütün bunlara rağmen tüm çabamı ve bildiklerimi koydum, 4-5 ayda ortaya bir sonuç çıktı.

Dediler ki, hadi şimdi bunu hayata geçireceğiz.

Yahu işin o kısmının bir sürü diplomatik yanı var. Üst yönetime anlatılacak, bilmediğim niyetlerle yapılan itirazlarla boğuşulacak.

Bir yerde koptum. Yok dedim, beni aştı. Size söz, sınırsız süre için projeyi düzeltirim, geliştiririm, gerektiği kadar ek çalışırım ama içeride satışını ben yapamam.

Azat ettiler.

Sonra duydum ki, satamamışlar, rafa kalkmış.

Hard İK

Dijitalleştirme

Son sözümü baştan söyleyeyim: Dijitalleştirme, işinizi, eski haliyle, ekrana bakarak yapmak değildir, bambaşka türlü yapmaktır. Yani ‘işi yeniden tasarlamak’ demektir.

Sıkmayayım sizi, yemek tarifi gibi yazayım olur mu?

  • Bu aslında bir projedir; önce doğru kişileri toplamak lazım. Vazgeçilmezler: O işi bizzat yapanlar (yöneticileri demedim, kendileri), bir süreç çizimcisi (Visio gibi bir paket programı kullanmayı bilse hoş olur ama elle çizerek de yapılabilir), bir de mümkünse onları koordine edecek, yönlendirecek bir ekip lideri. Başlangıçta yazılımcının vaktini almaya gerek yok, henüz ona sıra gelmemiştir.
  • İşin mevcut yapılışının akışını çıkartmak, patronla çıkarılan dikiş kalıbı gibidir. Ya da üzerine ne koyacaksanız, önce pastabanı hazırlamaktır. En basit ve anlaşılır biçimde. Mesela bakın şuna, şeker kamışından ham şeker üretiminin akışı bundan ibaret işte.
  • Şimdi en önemli iki aşamadan birine geldiniz: Süreci geliştirme.. değiştirme.. kısa yollar arama.. gereksiz yerleri ayıklama.. hızlandırma.. hataları önleme.. müşteri istek/şikayetlerini hesaba katma.. İşi eskiden beri yapanlar genellikle kördür. Bildiğini savunur. Vazgeçmek istemez. Diğerlerine (grup lideri ve çizimci) burada çok iş düşer; doksandan sorular, yaratıcı bakış, hatta biraz zorlama.
  • Öteki büyük an: Süreci, topoğrafya (bir kara parçasının engebe ve özelliklerini kağıdın üzerinde gösterme) gibi kabul edin. Bütün önemli yerleri belirlemeniz gerekir; kaza (hata) ihtimali olan yerler, işi yapandan beklenen davranışların olduğu yerler, hukuki veya mali yükümlülük yaratan yerler, müşteri memnuniyetiyle çok ilişkili yerler.. Bu, hayatı kağıda aktarmak gibidir. Bunun için genellikle simgelere ihtiyaç duyulur. O simgelere istediğiniz isimleri uydurmak serbest. Mesela bakın genel kabul görmüş bazı simgeler ve isimlerine örnekler:

Bunlar da, benim bir projemde uydurduklarımız:

  • İşinizin topoğrafyası hazırsa şimdi yazılım mimarisi vaktidir. Şimdi yazılımcıları çağırabilirsiniz. Önlerine yeni tasarım eserinizi koyarsınız, hadi dersiniz şimdi sen düşün: Bunun kodlarını yazmak için nasıl parçalara bölelim (modüllere ayırma)? Süreci yazılıma nasıl yansıtalım (ekranlar ve alt menüler oluşturma)? Simgeleri nasıl komut özelliklerine dönüştürelim (yetkilendirme, pencereler, süreli iş/işlem doğrulama/ hatırlatma ikazları)?

En son düşünülecek şey makyaj: Arayüz tasarımı. Albeni.

İşte böyle, dijitalleşme demek baştan çuvalla iş yükü demektir ama bu zahmete değer. Bir yaşamdan, başka bir yaşama geçersiniz.

En güzel örneklerinden biri e-Devlet’tir. Hayatımızı değiştirmedi mi?

Kısa öyküler

Sakin bir akşamüstü

Aynaya doğru eğildi, eliyle kaz ayaklarını gerdi, kendine seyretti öyle. Biraz çekildi, iki eliyle parmaklarını saçlarının arasından geçirdi arkada topladı. Güzelim hâlâ diye düşündü.

Sonra gözü tişörtündeki yağ lekesine ilişti. O leke onun özgürlüğünün simgesiydi. Kendi hayatı, kendi lekeli tişörtü.

En sonunda bıraktığı tadı tanımlayamadığı bir 50 yıl geride kalmıştı.

Hiç evlenmemişti.

Bir adamı çok sevmişti. Güçlü bir karakterdi. Çok karizmatik. Zevk sahibi. ‘Mondaine’. Karmaşık. Özgün. Zor. Sonunda yorulmuştu. Kendi duygularından yorulmuştu; ona ayak uydurmak için kendini kasmaktan yorulmuştu. Bakımlı olmaktan, akıllı olmaktan, üstün olmaktan.

Bir başkası çocuk gibiydi. Çizgi karakter. Muhtaç. Eğlenceli. Zararsız. Bir müzisyen. Annelik yapmıştı sanki ona.

Birisi güzeldi. Sadece güzel. Yakışıklı. Bir heykel. İçi boş, gelişmemiş. Bir dekor.

Hatırlamıyordu bile hangisi ne zamandı? Ne kadar sürmüştü?

Bütün bunlar, o anlamsız, boş, isteksiz iş hayatıyla eş zamanlı yaşanıp gitmişti.

Ne yemeğim var akşama dedi. Buzdolabını açtı. Biraz gravyer, domates, süzme yoğurt, birkaç sebze, yıkanmış kıyılmış maydanoz. Hemen kabaklar rende, biraz mücverimsi bi şey, az sarımsaklı yoğurtlu semizotu, peynir. Akşama hazırdı. 20 dakikasını almamıştı. Böyleydi işte yalnızken yemekleri; tam istediği gibi, sade, az. Canı ne istiyorsa o.

Bir bira aldı dolaptan. İyice soğuk. Az sonraki rakısından altlık.

Balkon vakti geliyordu. Sevgili balkonu. Gizli Dünyası. Bir sedir uydurmuştu. Bir sürü saksıları vardı. Özenmişti o küçücük yere. Sormuş, suya dayanıklı emprenye çamı öğrenmiş, onunla kaplatmıştı. Özel yaşam alanı için biraz masrafa değerdi. Akşamları uzun zamanlarını orada geçirirdi, sedirde ayağını uzatır, yanında küçük sehpasına birkaç mezesini koyar, arkasını minderlerine yaslar yemeğini öyle yerdi. Hiç rahatsız sandalyelerle, masayla işi yoktu.

Kerahat vakti gelmişti.

Bir an hüzünlendi. O anda birisi olsa yanında güzel olmaz mıydı? Dinleyebileceği.. anlatabileceği.. Gecenin bir vaktine kadar her şeyden konuşabilecekleri. Hem sevgili, hem arkadaş, hem yoldaş. Hayatının bu döneminin birlikte tadını çıkarabileceği.

Yüzer gezer bir düşünceydi, hemen geçti.

Telefonundan Spotify’ını açtı. I’am old fashioned diyordu şarkıda. Bir jazz üçlüsü.

Gitti içeriden rakısını aldı.

Huzuruma dedi ilk yudumunda.

Kendini seviyordu. En değen şey oydu o anda.

***

(*) Gözde Yüksel (@GzdeYksel14) Ankara’lı bir iç mimar. Atölyesi var. Bir tweet’daş, tanışmadık hiç, öyküme çizgisiyle katkıda bulunmak istedi, ona çok teşekkürler.