Her şeyden

The showman

Katiyen genellemiyorum. Tek tek gerçek kişiler üzerinden tespitler yapacağım. Siz istediğinize benzetin, bana ne.

Tüm tiplerim iş hayatından. Önemli pozisyonlardalar ya da öyleydiler. Yani dedim ki, şov aslında negatif bir şey değil. Hatta gerekli. İşte doz ve üslup meselesi.

Bir an düşündüm, bu yazıyı hard İK’ya mı alsaydım diye. Ama hayır, çıtır olsun. Öbürü de artık çok az takıldığım ağır mevzulara kalsın.

Tip 1: Sağlam profil.. asla küçümseyemezsiniz. Bir genel müdür. İş hayatının çoğu yurt dışında üst yöneticilikle geçmiş. Sorun şu ki, mayası dalgacı. Özü tembel. İşi yük olarak görüyor. Zorla yapıyor yaptığını. Kim bilir şu sıkıcı iş hayatını seçmese ne renkli bir insan olurdu. Aralarda hiç gülmeden bir espri patlatıyor, ya da birisiyle alay ediyor; o aslında içinden kopan durdurulamaz kaytarma eğiliminin ucu. Genel kültürü müthiş ama ziyan, çünkü kısır iş ortamında hiç lazım değil. Kocaman bir sıkılan çocuk; her şeyle dalga geçerek iç basıncını hafifletiyor.

Tip 2: Başka bir ağır abi. Köy çocuğu. Sıfırdan en tepeye çıkmış. Ama ne yazık ki hazmedememiş. İşinde mükemmel ama dibine kadar da kompleksli. Sürekli işlediği klasik temalar var: Fakirlik, başarı, mağdurluk, gönül adamlığı, pragmatizm. Bir Yunus.. bir bugünün iş adamı. Bir o uçta, bir o uçta. Peş peşe. İç içe. İkisi de yapay.

Tip 3: Sempatik. Sevimli. Komik. Evet, müthiş zekice bir mizah yeteneği var. Mükemmel konuşmacı. Bir çeşit masal anlatıcısı. Hipnozcu gibi. Zararsız. Ağır sorumluluktan sıkılıyor ama bunu belli etmemesi lazım; onun için tek silahı ‘ânı atlatmak’. Artık nasıl denk gelirse, o anda nereden eserse. Sorunu geçici sonuçlandır, geri yolla gitsin. Süper hızlı çözümcü ama asla yan etkilerini ve sonrasını düşünmeden. İş hayatı, sahne performansı gibi; her gün atlatılması gereken bir gösteri. Next..

Tip 4: Ciddi. Çalışkan. Adanmış. Etkileyici. Söyleyecek tek söz yok. Sadece küçük bir sorun var; belki kendisi bile farkında olmadan iş dünyasının insanı değil. Persona’sı yüzüne kaynamış. Kendini inandırmış. Acı çekiyor ama kabul etmiyor. Orada olmaması gerektiğini asla kabul etmiyor. Sonuç: Birgün iş hayatını öyle bir terk etti ki, şimdi kimse nerede olduğunu bile bilmiyor. Boş kubbede hoş sada oldu.

Öyle işte.

Kulakları çınlasın. Hepsi dönemdaşımdı. Geldik geçtik.

Kısa öyküler

Kafadar

Oğluna söylememişti ama gelinini bir türlü içten sevememişti. Onu yabancılıyordu. En çok da annelik tarzı rahatsız ediyordu. Birgün kendini şaşkınlık içinde gözünü dikmiş bakarken yakalamıştı; Allahtan kimse fark etmedi. Hep bir bilgiçlikler, bir dediğim dedikçilikler. Tanımadığı şeylerdi bunlar. Oğlunun sessizliğine de şaşırıyordu ama onun hayatı, onun seçimiydi sonuçta.

Esas torunu için üzülüyordu.

Zaten pek görüştükleri yoktu. Onlara gitme günleri yaklaştıkça torununu göreceği için hem tuhaf bir sevinç, hem tedirginlik duyuyordu. Bir sürü yiyecek yasaktı. Evet yasak, asla tadılmayacak bile yani. Annesinin çocuğa diskurları yüreğini sıkıyordu; uzun, eğitici söylevler. Kesin dilli. Kapalı uçlu. Böyledir, böyle olacak. Neredeyse her ânı planlı, bir proje hayat. Dolaylı olarak büyükbaba ve büyükanneye de mesaj gidiyordu: Sakın ha karışmayın, sadece seyirci olabilirsiniz, bu kurallar sizin içindir de.

Bir fırsat oldu bir gidişlerinde, hadi siz gidin dolaşın biraz dendi dede-toruna. Talimatlar verildi. Yasaklar hatırlatıldı. Dönüş saatleri belirlendi. Salıverildiler.

Dedeye yüklenen sorumluluklar büyüktü. Kızgındı. Hayat bu değildi. O kadar içinin eridiği çocuğa ‘çocuğum ne yapıyorlar sana’ diyemiyordu. O kadar içinde hissediyordu ki onu. Kendi zihni, kendi bedeni gibi. Bastırdı duygularını. Her şeye izin istiyordu çocuk. Böyle biliyordu bir büyükle olmayı.

Küçük bir park vardı sokağın ilerisinde. Mahalle arasına sıkışmış. Bakımsız, eski, gölge. Ağaçları kocaman. Hadi gel oturalım dedi dedesi.

Konuşmadan öyle biraz oturdular. Sonra.. dede kendi çocukluğundan bir anısını anlatmaya başladı. Ama hikaye gibi değil. O ânı yaşayarak. Duygular, gerçek isimler, o anda neler yaptığı. Her kelimesinin bir gerçekliği vardı torununa anlattıklarının, bugünün yapaylığının inadına. Torunu sordukça, o anlattı. Kendine anlatır gibi.

Dede, o anda başka bir hayatı yaşatıyordu ona. Torun da onunla oraya gitmişti. Hiç sıkılmadılar, bıkmadılar. O sordu, o anlattı.

Sanal olarak torununu bugünden kaçırmıştı.

Vakit her zamankinden hızlı geçti. Fark etmeyecek kadar. Ağaç altında, eski bir bankta, yan yana iki insan. Zihinleri birbirine kilitli.

Dönüşte sustular. Dedesine elini uzattı. Eve kadar öyle geldiler.

Gece yemekten sonra gidiş saatlerinde göz göze geldiler. ‘Gene oraya gidelim mi?’ dedi torunu.

Kafadarların masum bir kaçış planıydı bu.

Parola gelmişti.

Yolda karısı ne yaptınız bugün diye sordu. Hiiç oturduk işte dedi.

Özel anlar başkasıyla paylaşılmazdı.

Her şeyden

O mutfakları niye seviyorum?

Yoo bu bir yemek yazısı değil. Yeni kategorimin ilk yazısı: Her şeyden. Aynı zamanda bir numune olma görevini de üstlenecek. İddiasız, anlaşılır, nokta atışlı (ben dağıtmam), konudan konuya. Tam her şeyden az az. Kendime kendime sohbet.

Bir sürü ülkenin (alt kültürün?) mutfağı yok aslında. Ellerinde ne varsa doymak için yiyorlar gidiyor. Biz zorluyoruz adına mutfak diyerek. Belki de coğrafyalara göre kümelemek lazım. Ya da geçmişin izlerine göre; oradan kimlerin gelip geçtiğine göre.

Öyküsü olanlar hemen ayrışır. Onlar apayrı.

Favori üçlüm var benim.

Cunda mutfağı liste başım. Girit mi demeliyim? Çünkü otlar. Çünkü zeytinyağı. Çünkü denizden gelen her şey. Ve ateşle çok işi yok. Malzemeyle yaşam bir bütün. Orada ince bir gusto var. Bir aşmışlık.. akışla barışıklık. O anlayışı kimseye zorla sevdiremezsiniz; yabancılamak serbest. Hatta galiba o bir mutfak değil, yok yok vazgeçtim, o bir yaşam tarzı. O yiyeceklerin tarifi olmaz, öyküleri ve püf noktaları olur.

Antakya, Antep, Ermeni ve Lübnan. Onlar akraba. Biraz araştırılsa ne çakışmalar çıkar. Çok zengindir, çok. Müthiş bir birikim. Biz birazını görüyoruz. Ulaşılmazdır ama. Şimdilerde tarihe gömülmeye hazırlanıyor. Bugüne ait değil. Ve en önemlisi, onlar, evlerin içindeki kapalı hayatların yemekleri. Ticarileşemez. Tam bir denge mutfağı; et, tahıl, sebze. Deniz dışında. Çoğu kişi kebap zanneder; öyle zannetsinler, o sadece küçücük bir parçası. Zaten çoğu tencere yemeğidir. Hazırlaması zahmetli. Karmaşık.

Ve Hint mutfağı. Pardon mutfakları. Bir sürü var. Çok eğleniyorum onunla. Cümbüş gibi. Renkler, kokular, dibine kadar baharatlar. Geçmişte hep Batı yönündeki yurt dışı seyahatlarımda yiyebildim, gerçeğini görmedim, çok merak ediyorum. Ve her zaman yanımdakiler Hint isteğime itiraz ettiler, istemediler, ittiler, yiyemediler, hatır için katlandılar. Artık orada partnerden vazgeçtim. Anlaşıldı.. paylaşılacak bir mevzu değil. Ben istiyorum tamam mı? Yalnız başıma.

Ya böyle işte.

Farkında mısınız listemde Fransızlar yok. Çok da iyi bilirim. Belki başka bir yazıya ha?

Kısa öyküler

Pilav günü

50’inci yıldı.

50 yıl olmuştu liseyi bitireli. Unuttuğu, gününü kaçırdığı ya da üşendiği için pilav günlerine gidemediği çok zamanlar olmuştu geçmişte. Bu yıl gitmeliyim dedi, hem plaket de verirlerdi belki. Evde yarı görünür bir yere koyardı. Fikir çekici geldi.

Tanıdık bir yüz görmek için büyük avluda epeyi dolandı. Bilmediği insanlardı. Yanlış yere gelmiş gibi. Dikkatlice gözünü dikip bakıyordu yanlarından geçerken.

Ayıbı mı kalmış, belli işte, ‘onları’ arıyor. Ona gülümseyenler olmuştu; ne yazık ki ben değilim, sen devam et ‘abi’.

Buldu. Tam değil ama. Eskiden samimiyeti olmayan 3-4 kişi. Muhtemelen başka şubeden. İsimlerini hatırlayamadı, yüz ifadelerinden kalıntılar. Bir iz. Bir an aşinalık duygusu, o kadar. Merhabalaştılar öylesine. Ne kadar değişmişlerdi, başka bir insan gibi. Sokakta görse bir şey ifade etmezdi.

Öğretmenlerinin lakaplarını andılar, onlar hiç unutulmamıştı. Hiçbiri yoktu artık. Sonra birkaç arkadaşlarının adı geçti, onlar da göçüp gitmiş, öyle dediler. Sebebini sormadı, ne önemi var ki? Yoklar artık işte.

Ölü ozanlar derneği.

Konu bitti. Sessizlik oldu.

Ben bir turlayayım dedi.

Yer orasıydı ama zaman yabancıydı. Ait olduğu yer, zihnindeki başka bir yerdi. Gerçek hayat o yerin izlerini yok etmişti ama hayalindeki sahnelere dokunamamıştı.

Kararlı, yavaş, yürüdü gitti. Çıktı okuldan.

Bırakıp gittiği bir pilav günü değil, bugündü.

Hoş geldin kalan ömrüm dedi.

Bir görevi vardı artık, onları da anılarında yaşatmak.

Kısa öyküler

Sokak köpeği

Ne zamandan beridir o köpeği bildiğini hatırlamıyordu. Sanki hep vardı. Başlangıçsız.

Sakin bir dostluktu. Adam onu sebepsiz severdi, o da adama koşulsuz güvenirdi. Yürüyüşlerinde onun yanından giderdi, ikisi de yavaş adımlarla. Bir defasında başka köpeklerin alanından geçerken ona saldırmışlardı, adam hiç tereddüt etmeden önüne geçmişti, kararlı durdurmuştu saldıranları. Yan yana hızlı adımlarla ama koşmadan uzaklaşmışlardı oradan. Kötü bir ânı bile her zamanki halleriyle paylaşmışlardı: Birbirlerinden emin, sanki hep yaşıyormuşlar da alışkınlarmış gibi.

Görmediği uzunca zamanlar olurdu. Aklına gelirdi ne yapıyor, aç mıdır acaba diye ama ne yapabilirdi ki?

İkisi de kendi gerçeklerini bilirdi. Hayatı zorlamazlardı.

Tuhaf bir kabullenmişlikleri vardı. Kendi aralarında sessiz bir anlaşma. Kimse kimseye bir şey borçlu değildi. İçinde görev olmayan bir sevgi.

İstedikleri için. Eşitçe. Karşılıklı.

Adam, vakti olduğu günlerde, onu bulmak için sokakta bakınırdı. Uzaktan gördüğü ânın duygusu isimsizdi. Bir sahiplenme gibi değil, eski bir dostu görmek gibi. Sadece rahatlatıcı.

Birgün onu artık bulamadı.

O hep bilinen ama düşüncesi bastırılan son.

Bekliyordu bunu.

Hep böyle geçirmemişler miydi zamanlarını? Ucu açık.. böyle isteyerek.

Hayatlarının izin verdiği kadar.

Değmişti.