Anılar

Moda’da bir apartman

1969. Saint Benoit’da 8’inci sınıftayım. Yatılı.

Cumartesileri çarşı izni gibi bir şey var, öğlen salıyorlar, en geç 17.00 civarında dönmemiz lazım. Pazar günleri çıkmak yok. Pazarları annem babam telefon eder. Antakya’dan şehirlerarası yazdırırlar, kaçta bağlanırsa. Telefon idarenin orada. Hademe açar genellikle, sonra koyar ahizeyi, büyük avluya seslenir, Ahmet Eryılmaaaz telefonun var diye. Ne koşardım ama. Depar.

Birgün babam telefonda dedi ki; oğlum, bir ev alacağız İstanbul’dan, liseye geçiyorsun artık, yatılılık bitsin, her gün çıkar evine gidersin, arada annen gelir. Bana görev vermişti, bak beğen diye. Bir de demişti ki, annenle konuştuk, Moda uygun olabilir, gelecek hafta sonu çıktığında git oraya bak.

Görev büyüktü. Önemliydi. Ciddi yerine getirdim. İlk gidişimde bulmuştum bile. Öyle çok uğraşmam da gerekmedi. Moda çay bahçesinin yanındaki apartman işte. Önü deniz. İnşaat halindeydi, daha ikinci kattaydı. Kalaslarla kalıplar çakılıyor, önünde beton karma makinesi dönüyor, motorlu makarayla kova kova yukarı çekiyorlar. İnşaatın önündeki levhadan müteahhidin adını telefonunu yazdım, ertesi gün telefona çağırdıklarında avucumda sıkıca o kağıdı tutuyordum.

İkinci kat 7 numaralı daireyi aldı babam.

O yıl yaza kadar inşaat bitti. Yaz tatilinde taşındık. İlk taşınan bizdik. Merdivenlerde yapışmış beton kalıntıları, trabzanlar çıplak demir, asansör daha çalışmıyor.

Normal mi bilmiyorum, apartmanın içinin kokusu, İki kat yürüyerek çıkarken tüm ama tüm ayrıntılar, Moda burnundaki Golden, evin az ilerisindeki açık hava sineması, karşımızdaki tenis kortu, evin önündeki çınar ağacı.. hepsi kısa videolar halinde hafızamda. Her şey o kadar net ki, sadece oynat tuşuna basmam yeterli.

Hatırlamaktan öteye bir şey bu.

Lise yıllarımda Moda’da tek başıma o evde geçen zamanlar.

Fransa’da hukuka gidişim, annemin ölmesi, dönüş, İstanbul hukuk yıllarımda babamla orada yalnız hayatımız. Sokağa çıkma yasaklı 1 Mayıs’larda bütün gün balkonda oturuşlarımız.

Geldik 1982’ye. Avukatlık zamanlarım. Birgün babam notere gideceğiz dedi. Vasiyetname için. Hayat bu, neler getirir bilinmez, bu evin sana kalması lazım demişti.

Sonra evden çıkışım, iş hayatımın en yoğun zamanları, oğlumun doğması.

Babam evlendi. Hiç haz etmediğim berbat bir kadınla. Bayramlarda ziyarete gittiğimiz günler midem kasılırdı. O ev bana yabancıydı artık.

2001’de babam, Marmara Üniversitesi hastanesinde 26 günlük bir yarı koma halinden sonra öldü.

Veraset ilamını alırken vasiyetnamenin tenfizini de istedim. Karısı ilk defa o zaman duymuştu. Bir avukat tuttu. İptalini istediler. Cevap dilekçesinde yazılanlar inanılmazdı. Babamın teşhis edilmemiş ruh hastalığı olduğunu, bunu, onlarca -düzmece- tanıkla ve mizansen olaylarla kanıtlayabileceklerini söylüyordu.

Çok gücüme gitti çok.

Konuşmaya gittim. Bana, babanı 18 yıl bu ev için çektim, asla bırakmam demişti. Yıllarca sürecek onur kırıcı bir davaya doğru gidiyorduk.

Birkaç gün düşündüm, karar verdim. Paylaşıma giren başka önemli malvarlıkları da vardı. Teklif ettim, hepsinden vazgeç, karşılığında al otur evinde diye. Kabul etti. Durdurduk davayı.

O günden sonra birbirimizi ne gördük, ne duyduk.

19 yıldır Moda’ya gitmek canımı yakar. Evin önünden geçmemeye çalışırım.

Sonra yakın zamanlarda duydum ki, bizim evin perdesiz camlarında satılık yazısı varmış.

Sonra.. o yazı indi. Satıldı herhalde. Henüz kimse taşınmamıştı.

51 yıllık hikaye de burada biter.


Yorumunuz var mı?