Çook yıllar önce maaşlı işimin olduğu zamanlardı.
Hep içimde bir kaygı vardı, bir çocuğumuz olursa ve ben ileride para kazanamazsam halimiz ne olur? Bir dönem öyle ‘sağlam’ zannettiğim bir işim vardı ki, ben bile ikna oldum, o işle yarı ömrü çıkartırız diye. Ve tek oğlumuz o güven duygumdan sonra doğdu.
Sonraki yıllarda neler oldu biliyor musunuz? Yabancı genel müdür değişti, yenisi kafasına göre organizasyonu değiştirdi. Sonra şirket birleşmesi oldu, adına kadar değişti. Sonra Cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonlarından biri oldu. Sonra çalıştığım banka kapandı. Yani pişmiş tavuk durumu.
1995’in Mayıs’ına geldik. Bugünkü ‘interim manager’lığa benzer bir iş yapıyorum; süreli, hedefli bir pozisyon. Bugün artık olmayan bir Fransız hipermarketin (Continent.. Carrefour’un benzeri) Beylikdüzü’ndeki ilk dev mağazasının ekibini topluyorum. Kilit pozisyonlarda birkaç Fransız yönetici var. Mağaza müdürü resmen bir ırkçı. Konuşması, hitapları.. sanki ülkesinin bir sömürgesinde. Birgün bana da öyle davranacağı tuttu. Sakın benimle böyle konuşma diye bağırdım. Öğlene doğru bir saattı. Güzel bir havaydı. Gün ortasında her şeyi bıraktım çıktım, yakındaki Yeşilköy sahiline gittim. Oturdum bir banka. Belki birkaç saat. Öyle boş boş. O an şimdi gibi aklımda. Hayata karşı tek başıma.
Öğleden sonra ofise döndüğümde nettim: Artık iş hayatında kendi başımayım. Kendi işimde çalışacağım.
Filmin ilk yarısı 15 yıl sürmüştü ve o gün orada bitti.
İkinci yarı hâlâ sürüyor.. Oğlan 28 yaşında..
Demek istediğim şu: Kırılma anları öngörülmüyor, sadece yaşanıyor.