Çok ihtiyarlamıştı. Yaşını unutuyordu bazen, bir an düşünüp hesaplıyordu.
Kimse kalmamıştı etrafında. Hiç kimse. Herkes gitmişti. Bu kadar yaşayacağı hesapta yoktu. Ama zihni zehir gibiydi, zamanın gücü ona yetmemişti. Bedeni de hâlâ hizmet ediyordu; küçük aksamaları umursamazsa.
Bitmeyecekmiş gibi hissettiren bir araftı bu.
**
Şehirde bir apartmanda, küçücük bir dairede yaşıyordu. Tek odalı. Hiç sevmediği sıkış tepiş apartmanlarla dolu bir sokakta. Komşularından hiç birini tanımıyordu, tanımak da istemiyordu. Bakışlarını kaçıran sevimsiz insanlar. Aynı filikaya doluşmuş birbirine mahkum yabancılar.
Bir dönem hayatında bir köpeği vardı. Huyları bile aynıydı. Dosttular. O da ecelinin sınırlarını zorlayıp sonunda bırakmıştı onu. Köpek mezarlığına gömmüştü. Bir daha başkasını istemedi.
Yıllar önce seyrettiği Yeşil Yol’u kendi yaşıyordu.
**
Unuttuğu bir süreden beri Dünyayı izlemeyi bırakmıştı. Hiç ilgilenmiyordu o Matrix haberleriyle. Bazen bir yerlerde açık bir televizyon gözüne iliştiğinde başını çeviriyordu. Onların hayatıydı o.
**
Odası anılarla doluydu. Karmakarışık. Zihnini odaya yansıtmıştı sanki. Yerde duvarlara yaslanmış üst üste resimler. Bazıları rastgele bir yerlere bantlanmış. Gözünü kapadığında ne nerede görebiliyordu. Orası küçük bir kişisel kosmosdu.
Günlük alışkanlıkları vardı. Yavaşlatılmış yaşardı, çünkü onlar minik ritüellerdi. Yaşamın canlandırması. Bir bakıma hâlâ bu Dünyada olmanın teşekkürü.
Bunu gençliğinde de yapardı; tat aldığı anları yayardı. Onlar sofistikeydi, bunlar alabildiğine sade. İhtiyarlığın basitliği..
Yürürdü. Yavaş adımlarla, çok uzun. Mutlu etmezdi ama. Şehir mahpusluktu. Mecbur.
**
Ben ne yapıyorum burada derdi bazen. Bir tek bağ bulurdu hayatla arasında: Hafızası. Yaşayan bir arşiv. Her an evirip çevirebildiği, yeniden seyredebildiği anlar.
Yaşamaya değer kılan sahneler.
Kalanı bekleyiş.
Ömer Öztürk dedi ki:
Güzel hikaye anlatmanın bir yolu da anladığım kadarıyla akıcı bir türkçe ve kısa cümleler kullanmaktan geçiyor.