Kolay soru. Sadece cevabını bilmeyen çok.
KSS’nin tanımı -konuya aşina olmayanlar için- tahmin etmeyeceğiniz kadar sofistike. Kurumların toplumdan aldığını topluma geri vermesi gibi romantik bir felsefesi var. Kendi jargonuna (kuş dili) sahip. Bilgi gerektiren bir uzmanlık alanı. Mesela tanım paydaşlardan bahseder. Onlar bildiğiniz paydaş değildir, nedensellik bağıyla etkilenen herkese paydaş denir. Tanımında bir de çok önemli ‘sürdürülebilirlik’ kavramı yer alır. Bu da bütün yardımseverlikleri (bağışları falan) sosyal sorumluluğun dışına atar, çünkü onların ‘sonrası’ yoktur. Tanımı şimdi burada vermek istemiyorum. Sıkıcı. Yazımı mahveder. Zaten amacım KSS’yi anlatmak değil; sadece organizasyon içinde bir sorumluluk adresi göstereceğim, olayı önce genel olarak bir görün yeter.
KSS’nin bahsetmem gereken çok tartışmalı bir yönü daha var. Çoğu kurum -açıkça ifade etmese de- ona; bir marka imajı, atraksiyon, halkla ilişkiler olayı, hatta çevreyi kirleten sektörlerde topluma verilen rüşvet gözüyle bakar. Bazı pazarlama guruları (Philip Kotler gibi) bunu açıkça savunur. Her ne kadar teorik KSS’ciler bu teze çıldırsa da, kurumların başlıca KSS güdüsünün bu olduğuna ben inanıyorum. Bir taşla birkaç kuş: Hem sosyal sorumluluk, hem pazarlama, hem PR…
Şimdi gelelim bunun, organizasyonda kimin sorumluluğunda olduğuna. En büyük ve yaygın hata, bu kadar derin ve önemli bir konuyu uzman bir departmana ya da kurum dışı firmaya bırakmak. İkinci affedilmez hata, kurumsal iletişim ya da halkla ilişkiler departmanının başına atmak. Bunların olmadığı yerlerde de İK’yı yakmak! Hatta -şaka değildir- İK’nın performans hedeflerinin içine o yıl KSS alanında bir ödül almanın konulduğunu bilirim (dikkat edin ne olduğu falan önemli değil, yeter ki kuruma verilen bir ödül olsun). KSS’nin kurum içinde doğduğu ve yaşadığı yer Yönetim Kurullarıdır. Sorumlusu olarak da icranın başını gösterebiliriz.
Demek ki İK, ne yapacağınızı bilemediğiniz her şeyi sokuşturduğunuz bir dolap değilmiş.