Anılar

“Patte de veau” (*)

(*) Dana ayağı ya da dana paçası

Kazablanka’dayız. Paris uçağından yeni inmişiz, yolculuğun ilk günü. Öğleden sonra bir R4 kiralayacağım (Renault’nun en basit modeli) ve onunla vuracağız çöle. Akşama hedef Marakeş. Yetişir miyiz, çöl yolu nasıldır, nerede kalacağız, hiçbir şey belli değil.

Kendi çapımızda maceranın dibi.

Hadi öğlen güzel bir yemek yiyelim dedim. Herkes Fransızca konuşuyor, yemekleri anlamakta, siparişte ‘sıkıntı yok’. Tabii bu arada unutmayın, ne İnternet, ne cep telefonu, yok öyle şeyler. Sene, Milattan sonra ya 1993 ya 94. Sordum birkaç yere. En iyisi şurası dediler, bahçeli bir yer. Adana’nın asmalı kebapçıları gibi.

Mönüyü inceledim. Hesap dert değil. Zaten ortada öyle sorun yaratacak fiyatlar da yok. Listenin baş yemeği, tajine’de dana ayağı. Daha tajine’le tanışmamışız, gördüm etrafta, peri bacası gibi bir güveç kabı. Şöyle bir şey:

Fransızca ‘tajin’ diye okuyorsunuz, malum biraz genizden. Arapça’sında a’yı iyice uzatıyorsunuz. Tencere işte.

Neyse, ayak-paçaya bayılmam aslında, bizde olsa aklıma gelmez. Şöyle düşündüm; madem listenin baş yemeği, Fas usulü, üstelik yabancı da değil, en fazla hayatımda karşılaştırma imkanım olur.

Ve yemeğim geldi. Hani lüks mekanlarda bakır kapaklı tabaklar olur, masada biraz şovdan abartılı açar garson. Tajine’in bacasını öyle açtılar. Yemeğin görünümü şöyle bir şeydi:

O gördüğünüz beyazlar ayak kemiği. Yalnız önemli bir detayı söylemeden geçemeyeceğim, ayak kılları da vardı üzerinde. Kalmış kıllar. Olay o anda neye dönüştü biliyor musunuz, hani Indiana Jones’da bir sahne vardı, yerliler bizimkine ziyafet veriyordu, masada tabağın kapağını bir kaldırdılar, canlı böcekler, böyle simsiyah karafatma gibi şeyler, kımıldıyor hepsi. Indiana, yemek zorunda kalmıştı. Ben de kılların yanından et ayıklamaya çalıştım. Yapamıyorum, hem bir şey çıkmıyor, hem gözüm kıllara takılıyor. Belki de elle falan emerek yeniyordu, bilmiyorum. Olmadı çatalla.

Ben her şeyi yerim. Zaten bende kedi merakı da var. Hayatta çok az bozum olmuşumdur. Birisi de buydu.

Aç kaldım aç.

Anılar

Nasıl meslek değiştirdim?

Bu anımı yazmıştım 4 yıl önce. O yazıya şöyle bir göz attım, bugün olsa farklı anlatır mıydım diye, galiba evet. Hadi o zaman bir daha. Anı aynı, kafa başka.

Tamam, kariyer planım babama aitti (kendi işini sürdürmemi istemişti) ama hukuku gerçekten severek okumuştum. Mantığını anlamıştım. Hatta o kadar özümsemişim ki, hiçbir güncelliğim olmamasına rağmen 35 yıl sonra temel bilgim beni mahcup etmiyor. Zihnime işlemiş.

Neyse, 80’lerde Garanti Bankası’nda avukatım. Size biraz o günlerde banka avukatlığı nasıl bir şeydi onu söyleyeyim; işimin %90’ı icra takibi. Sultanahmet’te 6’ıncı icraya git, takip başlat, gidebiliyorsan hacze git, bir şey alamıyorsan aciz belgesi al (alacaktaki zamanaşımını keser, muhasebenin kutsal belgesidir çünkü artık karşılık ayırmayacakları için bilançoyu etkiler).

Sıkıldım. Çok sıkıldım. Tek tük davalarımda mahkeme kapısında beklemekten, hakimlere ihtiyati haciz kararı aldırma stresinden, dosya çıkarttırmak için minnet etmekten 4 yılda bıktım. Kendime eğlence buldum: Çalışanlara pratik hukuk dersleri vermek. Zaman içinde gittikçe daha çok zamanımı almaya başladı. Aslında adliyeden kaçtığım için işime geliyordu. Katılımcılar için ders notları hazırlamıştım, o kadar tutulmuştu ki, beni telefonla arayıp katılmayan şubelerden bir set istiyorlardı. Teksirle çoğaltılmış, kredi teminat türleri serisiydi. En sevilen parçası da ipotekti:)

Birgün bir olay patladı. İcra İflas Kanunu’nun bir maddesi kullanılarak ve banka personelinin hukuk bilgisi eksikliğinden yararlanarak, tamamen yasal bir şekilde Bankadan ödenmemesi gereken para tahsil edilmişti (meraklısı için söyleyeyim İİK 89’du). Hem de birçok kez, değişik şubelerden. Bunu yapan da bir avukattı. Hemen bir iç genelge yayınlandı ama durduramadılar, çünkü okumuyorlardı. Teftiş alarma geçti. Bu arada akla gelen önlemlerden biri tabii eğitim. Ama kaybedecek vakit yok. Bana, git şubelere anlat, eğitimini orada yap demişlerdi.

Yeni bir dönem başlamıştı benim için: Mobil eğitmenlik. O kadar güzel anılarım var ki şube gezilerinden. Hiç sınıf ortamı gibi olmuyordu. Akşam mesai sonrası kapıyı kapatıp başlıyorduk. Konu konuyu açıyordu, bir sürü şey soruyorlardı. Araya dert yanmalar, şikayetler de karışıyordu tabii. Bazen yemeğe çıkıyorduk, orada devam ediyorduk. O sohbetler gittikçe renklenmeye başladı. Hukuku aştık gidiyoruz; çoğu, yönetimle ilgili ya da davranışsal konulardı. Eğitim müdürlüğünün yönetim hocalarına danıştım, hukuk dışında kitaplar okumaya başladım, cevaplarım için her defasında onay aldım öyle anlattım.

Ve o büyük gün geldi: Tamamen geçer misin eğitime dediler.

Hikaye bu kadar. İK’cılık çok sonrasında geldi. 5 yıl sonra.

Ne diyeyim; tesadüfler mi, hayatı zorlamam mı, baştan yapılan bir kariyer hatasının düzeltilmesi mi? Her ne ise, hep açıklamam zor oldu. Hep, sen organizasyonel davranıştan ne anlarsın diye baktılar. Bu, öğrenmem için daha kamçıladı. Geldik bugüne.

Gök kubbede bu anılar kaldı boş boş uçuşan.

Anılar

Başka Dünyalar

O günlerde adına öyle demezdim ama bir nevi inzivaya çekilmişim.
2007.

İş hayatında varoluş sancısı olur muymuş? Ben yaşadım.

Anlamımı kaybetmiştim. Riva’daki doğanın ortasında yaşamım yeni başlamıştı. Twitter’la henüz tanışmıyoruz. Blogum daha yok. Eğitim yapmaktan bıkmışım. Piyasa tıklım tıkış eğitmen; içerikler bomboş. Çekiliyorum ben dedim, beni bırakın gidin siz.

Günlerce şehre inmediğim olurdu. Üstümde hep aynı giyecekler. Kangi ile geçiyordu günler (ölen kangalım). Sadece okuyordum; genellikle de psikoloji.

Birgün bir telefon. Bir headhunter. Aynı zamanda dostum, rahmetli Şule Tanju. Oraya geleceğim, anlatmak istediklerim var dedi. Hâlâ getirdiği porselen nar şöminenin üzerindedir. Çık bu hayattan demişti, kopma, olmaz çok erken, tamam eğitim yapma ama başka çok iyi yapabileceklerin var. Önerdiği; önemli bir vakıf üniversitesinin kendi içinde kurduğu ‘yönetici geliştirme birimi’nde çalışmamdı. Bankalardaki üst yönetimi tanıyordum, çoğu da beni biliyordu. Onlarla aynı dili konuşursun, güven verirsin, kurumsal eğitim kavramını bile değiştirirsin demişti.

Peki dedim. Gittim görüştük. İş senindir dediler. Yıllarca sokak kediliğinden sonra yeniden yarı kurumsal bir iş. Hoşuma gitmişti aslında fikir.

Üniversite’nin içinde, hem onlardan, hem değil gibiydik. Pahalı eğitimler satıyorduk. Tüm hocaları kullanabiliyorduk. Gerçekten kolaydı benim için, en iyi bildiğim şeydi.

Birgün o birimin yöneticisi gibi olan kişi benden bir şey istedi. Şu bankanın genel müdür yardımcısıyla görüş, sadece GMY’ler için yepyeni eğitimler öner dedi.

Zevkle.

Randevu istedim, hemen verdiler. Bir sabah gittim. İkimiz yalnız, bir saatten fazla konuşmuştuk. Yaptığımız bir ihtiyaç analiziydi. Stratejilerini belirledik. O hedeflerin üzerinde düşünüp bir teklif hazırlayacaktım.

Ertesi sabah o birim yöneticisi heyecanla sordu: “nasıl geçti sunum?”. Ne sunumu dedim, orada değiliz ki daha. Saçlarının sanki o anda elektriklendiğini gördüm kadının. İnanamadı. Paket önerilerle gitmeliydin, çok çekici seçenekler sunmalıydın, albenili bir sunum yapmalıydın dedi. Fırsat kaçırmışım.

Boş bakmıştım. Aynı dili konuşmuyorduk. Yahu ben yıllardır PowerPoint kullanmıyorum, üstelik bire bir bu kadar gerçek bir görüşmeye ben o formelliği sokar mıyım? Cevap bile vermedim, kalktım.

O gün öğlen istifa etmiş eve dönüyordum. Eve gelince eski kıyafetlerimi giydim, bir ağacın altına oturdum. Kangi yanımda.

Yıllar içinde blogger’lık başladı. Tweet’ler başladı. SADE başladı. Ne yapabileceğimi bilen insanlarla, istediğim gibi çalıştığım projeler başladı.

Ben bir Simurg kuşu olmuştum. PowerPoint denince o an aklıma gelir.

Anılar

Dernek başkanı olmanın cezası

11-12 yıllık anı.

Bana ilginç bir öneride bulunmuşlardı: Derneği sen yönetir misin? ‘Başgan’ olacağım. Amacı çok ilgimi çekmişti, kurumlara sosyal sorumluluğu öğretmek. Tamam dedim, kabul.

Sistem şuydu. İngiltere’de bir teşvik uygulanıyormuş, kurumsal sosyal sorumlulukta (KSS denir kısaca, ben de öyle kullanacağım, anlayın), kendini, isteğiyle denetleten kurumlara, denetimden aldığı skora göre vergi indirimleri yapılıyormuş. Özel danışmanlık firmaları varmış bu denetimleri yapan. Hani bir zamanlar bizdeki özel ISO denetçileri gibi.

Denetimin standartları var. Tamamen checklist’lerle yapılıyor. Çarşaf gibi iç kontrol listeleri, içinde 300’e yakın soru. Bunlarla kurumun bir nevi KSS seviyesi belirleniyor. Biz de dernek olarak bunları Türkçeleştirelim ve isteyen kuruma uygulayalım dedik. Şahane bir amaç değil mi? İş geçmişime çok uygun, bunu bir proje gibi yönetmek benim için kolay.

Canım çıktı derneğin bürokratik kuruluş işlemlerinden. Tamam kurulduk. Kontrol listeleri İngiltere’den geldi. Çevirileri yapıldı. Piyasada duyuruldu.

Acayip talep gelmeye başladı. Kurumlar, gel bize de uygula diyor. Aslında onların amaçları bir nevi ödül avcılığı. Reklam peşindeler. Ama bizim sorular aynı zamanda çok da eğitici. Neler yoktu içinde? Mesela yönetim kurulunuzda kadın üye var mı diyordu. Ya da KSS’yi yönetme sorumluluğu olan bir genel müdür yardımcınız var mı diyordu? Yıllık faaliyet raporunda KSS’ye yer veriyor musunuz diyordu.

Aslında bizim sorular bir nevi KSS kılavuzuydu.

Kısa sürede popüler olmuştuk. Mesela bir yıl KSS’de en başarılı olan firmaların ödül töreninde bakanı çağırmıştık, kabul etmişti. Üniversiteler hiç düşünmeden tören için bize tesislerini bedelsiz kullandırmayı kabul ediyordu.

Sonra birgün SPK’dan (Sermaye Piyasası Kurulu) bir tebligat geldi derneğe. Diyordu ki, siz denetim gibi görünen derecelendirme yapıyorsunuz. Ne kadar gönüllü olurlarsa olsunlar, denetlediğiniz kurumların çoğunun hisseleri borsada işlem görüyor. Denetim sonuçlarınız (dikkat KSS alanındaki başarısından bahsediyoruz) küçük hissedarların alım-satım kararlarını etkiler. Onun için yapamazsınız, hemen durdurun.

Ankara’ya gidip, Kurul’un önünde savunma yapmıştım. KSS’nin ne olduğundan girerek.

I-ıh.. yasak!

Bir anda bizim derneğin amacı boşa çıkmıştı. Kanarya sevenler derneğinden farkımız kalmamıştı. Bu iş burada biter dedik.

Hukukçu refleksi işte, dernek başkanlığından istifamı Noter kanalıyla yapmıştım. İspat kolaylığı olsun diye. Ne olur, ne olmaz.

Yıllar geçti. Birgün Emniyet’ten aradılar. Gelin tebligatınız var diye. Ne oluyoruz demiştim. Dernekler masası, istifamı hiç göz önüne almadan bana, kendilerine yıllık dernek bilgileri bildirim formunu göndermediğimiz için sıkı bir para cezası kesmiş.

Kalktım dernekler masasına gittim. Noterden resen istifa belgesiyle. Dinlemediler bile. Ödeyeceksiniz, inceleriz size sonucu bildiririz dediler.

Ödemedim, dava açtım (eski avukatlığın faydaları).

Tam 4 yıl sonra mahkemeden karar çıktı. Evet istifa etmişsiniz, ödemeyebilirsiniz diye. Mahkeme kararını aldım dernekler masasına gittim. Dilekçe ekinde evrak kayıttan geçirin, istifanızı geriye dönük olarak işleme alırız dediler.

7 yıl sonra dernek başkanlığından resmen azat edilmiş oldum.

Anlatırken içim sıkıldı.

Anılar

Vodoo bebeği

İnziva zamanlarımdı.

Birgün küçük bir eğitim kurumundan aradılar; “Eğitim ihtiyaç analizini bilmeyen bir şirkete bir günlük böyle bir çalışma yapar mısınız? Eğitim satmak istiyoruz, neden bu eğitimi alayım ki diyor. Size inanırsa alır.”

İçimden haklı dedim, keşke bu şüpheciliğinden hiç vazgeçmese.

Bir günlük iş. Bursa’da. Peki dedim.

Deniz otobüsünde tanımadığım genç bir kadınla buluştuk. O da eğitmen olarak yeni başlamış. Güya ihtiyacı bizzat görecek de, eğitimleri daha amaca göre yapacak.

Anlıyorum.. o gün bir görevi de bana bekçilik. Belki müşteriyi çalarım falan.

Gittiğimiz yer bir otomotiv yan sanayicisi. Bir sürü markanın tedarikçisi. Sahibi tam bir Nuri Kantar. Tanımayanlar olabilir, Kayserili zengin iş adamı tipi vardı 80’lerde televizyonda. Biraz Hulusi Kentmen gibi. Onun komiği.

Sabah Nuri Kantar bizi karşıladı, odasında bir Türk kahvesi ikram etti. Bir de dedi ki, öğlen misafirimsiniz, itiraz yok.

Öğlene kadar çözmüştüm zaten işin çoğunu.

Eğitim ihtiyaç analizi, bildiğim oyuncağımdır. İnanırım, severim, iyi yaparım.

Kantar, öğlen bayağı uzakça bir yere götürdü bizi. Yanımdaki kadıncağız ağzını bile açmıyor. Yemekte daldık konuya; sizce eğitim nereye kadar? Kafalar yenilenir mi eğitimle? Eğitimin en çok faydası nerede olur? Yeni nesli oralara getirsem, eğitimin onlara daha çok katkısı olur mu?

Offf.. ne isabetli sorular. İlkokul mezunuymuş. Çocukları yurt dışında okuyormuş.

Ben de ne dediyse tam karşılık cevaplar verdim. Düşüncelerini tamamlayan.

‘Bırak öğleden sonra görüşmelere devam etmeyi falan, toplayayım yöneticileri, şu konuştuklarımızı anlat onlara‘ dedi.

Yaptım.

Akşam deniz otobüsüne kadar kendi getirdi.

**

Birkaç gün geçti. Benim bekçi aradı. Diyor ki; ‘patronum, gözlemlerinizi ve bilginizi müşteriyle paylaştığınız için beni azarladı. Bunları bir rapor olarak onlara satacakmış. Beni işten çıkardı’.

Kadın sadece bir vodoo bebeğiydi. İğneler benim için ona saplanmıştı.

‘Konuşursanız söyleyin hiçbir alacağımız vereceğimiz yok, buyursun müşterisiyle bildiği gibi devam etsin’ dedim.

Bir daha ne Nuri Kantar, ne vudu kadını, ne çalışanını azarlayan danışmanlık firmasının hakkında bir şey duydum. Herkes boş kubbede kayboldu gitti.