Anılar

Bu anıdan artık kurtulmak istiyorum

Yıl 1966 ya da 67

Saint Benoît’da yatılıyım.

Sürveyanlar vardır yatılılıkta. Gözetmen.. etüt abisi. Bizden mezun, üniversitede okuyan, barınma amaçlı hâlâ eski okulunu kullanan abiler. Karşılık olarak da bize çobanlık yaparlardı işte. Yatakhanede ışığı kapatır. Giriş çıkışlarda sıraya sokar. Kendi de orada yatar. Durmadan susun konuşmayın der. Onun dışında bizimle teması tamamen kopuk tipler.

Yemekhane düzeni de şöyle. 8 kişilik masalar. Her masada mutlaka büyük sınıflardan birisi olur. Onun adı masa şefi. Sürveyan da, tüm yemekhaneye hakim bir uçta yalnız başına oturur. Yemekler; büyük, oval, metal tabaklarda masalara dağıtılır. Masa şefi tabaklarımıza koyar.

Hâlâ unutmam. Sevilmeyen ve sevilen yemeklerin olduğu günler olurdu. Mesela Pazartesileri sosis-börek olurdu; ya da şimdi unuttuğum bir gece mercimek. Hep kalırdı onlar. Salıları pilav günüydü. O kapışılırdı.

Gene böyle bir pilav günü masa şefi çocuk adaletsiz dağıttı. Kendine öküz gibi doldurdu (İçine kapanık birisi değildim ama sessizdim. Genellikle yalnız takılırdım. Hiç kavga etmişliğim yoktur). Bu kadar aleni haksızlıktan rahatsız oldum. İçimden o durumu kabullenmek gelmedi. Ani bir kararla yerimden kalktım sürveyanın masasına gittim. Sakin, ‘bizim masa şefi haksızlık yapıyor dağıtırken’ dedim. Böyle bir adet yoktu aslında; hiç görmedim sürveyana gidip şikayet edildiğini. Yaptım işte. Belki de bir ilkti.

Kısa bir sessizlik.. getir tabağını dedi.

Anladım. Alıp pilav koyacak başka bir yerden.

Biraz daha pilav yiyebilmek için işi bu noktalara getiren onursuz biri gibi hissettim.

Amacım bu değildi ki.

İstemiyorum dedim.

Samimi bir retti. ‘Pilav değil, haksızlık meselesi’ reddiydi bu.

Sustu. İkimiz de öylece durduk.

Sonra masasındaki dolu su bardağını aldı, suyu yüzüme fırlattı.

O anda ne o bir şey söyledi, ne ben.

Dokunmadım yüzüme. Silmedim. Masaya döndüm yemeden bekledim. Bana bakıyorlar mıydı, ona da bakmadım. Sadece bekledim.

Hayatın bir kırılma ânıydı. Ama ne sonuç çıkarmam gerektiğini hâlâ bilmiyorum.

Bir daha anlatmadım. Konuşmadım.

O kadar.

Anılar

Tehlikeli arkadaşlar

Çook eski bir zaman.

Yeni bir işe geçmişim. Özgüven tam.

CEO ile neredeyse arkadaşız. Adı konmamış bir şekilde bîhakkın (not: böyle yazılır) stratejik İK yapıyorum. Yeri geldiğinde sağlam itirazlar.. bir aksiyon gerektirmese bile sık sık fikir paylaşmalar.. Kendimi İK konsülü gibi hissediyorum (Roma’da her yıl seçilen ve devleti birlikte yöneten iki devlet başkanından biri), o derece. Keyifler iyi yani.

Direktörlerden biriyle iyi anlaştık. Gün içinde birçok defa zırt benim odamda. Kimi kez dertleşme.. çoğunlukla geyik. Her çeşit şirket magazini onda. Hakkını yemeyeyim şimdi, dedikodu gibi de, değil de. Özellikle önemli yönetim kararlarını kurcalamak benim de ilgimi çekerdi, itiraf ediyorum.

Sonra zaman içinde, bizim bu arkadaş, psikanaliz seanslarımızı CEO’yu çekiştirmeye dönüştürdü. Görevi icabı her şeyi ilk ağızdan biliyor ya, biz Muppet’ların locadaki ihtiyarları gibi olduk (yanlış anlaşılmasın, daha yaş 40). Oda kapısını kapatıp vur Allah vur CEO’ya. Aksi gibi adama sempatim ve güvenimde hiçbir sorun yok.

Magazinci kanka böyle böyle beynimi yedi aylarca.

Birgün bana beklenmedik bir ‘head-hunter’ teklifi geldi. Daha zor, kazancı biraz daha fazla, hiç haz etmediğim ve bilmediğim bir sektörde. En önemli koşulu, yabancı genel müdürle yakın çalışılacak ve onun dili çok iyi bilinecek. Kendimi, o işi kabul etmek için çok kolay ikna ettim.

Dostum olan CEO gidiyorum deyince ne kadar bozulmuştu. Bir daha hayat boyu konuşmadı benimle.

Sonra ne mi oldu? Ben hayatımın en kötü işine saplandım. En hatalı tercihim oldu. Dert ortağım kanka da, eski şirketimde mutlu mesut yıllarca devam etti. O CEO ile sıfır sorun çalıştılar. Ailece görüştüler. Hatta bir dönem vekaleten (onun önerisiyle) yerine geçti.

Hâlâ aklıma geldiğinde düşünürüm: Acaba yanlış bir karar vermeme vesile mi oldu? Yoksa -ince bir yöntemle- bir bakıma bilerek mi kaçırdı beni?

Neyse.. kararlarımın sorumluluğu bana ait.

Ama buradan ders çıkarmasını da biliriz: Aman negatif tiplerden etkilenmeyin! Hem bütün enerjinizi boşaltırlar, hem manipüle ederler sizi.

 

O sürekli her şeyden şikayet eden mutsuz insanlar yok mu.. onlar resmen tehlikeli. 

 

Anılar

Hayatın kırılma anları

Çook yıllar önce maaşlı işimin olduğu zamanlardı.

Hep içimde bir kaygı vardı, bir çocuğumuz olursa ve ben ileride para kazanamazsam halimiz ne olur? Bir dönem öyle ‘sağlam’ zannettiğim bir işim vardı ki, ben bile ikna oldum, o işle yarı ömrü çıkartırız diye. Ve tek oğlumuz o güven duygumdan sonra doğdu.

Sonraki yıllarda neler oldu biliyor musunuz? Yabancı genel müdür değişti, yenisi kafasına göre organizasyonu değiştirdi. Sonra şirket birleşmesi oldu, adına kadar değişti. Sonra Cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonlarından biri oldu. Sonra çalıştığım banka kapandı. Yani pişmiş tavuk durumu.

1995’in Mayıs’ına geldik. Bugünkü ‘interim manager’lığa benzer bir iş yapıyorum; süreli, hedefli bir pozisyon. Bugün artık olmayan bir Fransız hipermarketin (Continent.. Carrefour’un benzeri) Beylikdüzü’ndeki ilk dev mağazasının ekibini topluyorum. Kilit pozisyonlarda birkaç Fransız yönetici var. Mağaza müdürü resmen bir ırkçı. Konuşması, hitapları.. sanki ülkesinin bir sömürgesinde. Birgün bana da öyle davranacağı tuttu. Sakın benimle böyle konuşma diye bağırdım. Öğlene doğru bir saattı. Güzel bir havaydı. Gün ortasında her şeyi bıraktım çıktım, yakındaki Yeşilköy sahiline gittim. Oturdum bir banka. Belki birkaç saat. Öyle boş boş. O an şimdi gibi aklımda. Hayata karşı tek başıma.

Öğleden sonra ofise döndüğümde nettim: Artık iş hayatında kendi başımayım. Kendi işimde çalışacağım.

Filmin ilk yarısı 15 yıl sürmüştü ve o gün orada bitti.

İkinci yarı hâlâ sürüyor.. Oğlan 28 yaşında..

Demek istediğim şu: Kırılma anları öngörülmüyor, sadece yaşanıyor.

Anılar

Şekersiz yaşamak

Bir yıldır hayatımda doğrudan şeker yok (dolaylı, başka şeyden dönüşen şekerler başka). Bu kadar şekerle çevrilmiş bir yaşamda bu yaptığım ilgi çekiyor.

‘Anlat biraz nasıl yaptın’ diyenler çok oldu. Çekindim açıkçası, bir iddiam yok çünkü.

Hayatımda hiç diyet yapmadım. Sağlık sohbetleri ilgi alanıma girmez; ‘sana mı düştü’ dedim.

Ama madem ki istiyorsunuz:) Peki.. bu da bir anıdır sonuçta. Anlatıyorum.

2-3 yıldır, seyrek olarak yoklayan kalp atışı hızlanmalarım var. Kafama uyan doktorum, tam benim anlayacağım dilde tedavi hedefleri koydu önüme (nasıl yapacağıma karışmadan): Kan değerlerini düzelt, kilonu azalt. Bir yıl da süre verdi.

Böyle konuşsun, canımı yisin. Bunlar benim KPI’larım, sonuçlar da kişisel performans hedeflerim oldu.

Bir nevi proje. Ne yapar Ahmet? Önce yöntem araştırır. İlk defa o zaman Karatay neden bahsediyor diye düşündüm. Meğerse bir sürü kitabı varmış. Erişkin bir İK’cı olarak, -ön bilgi hazırlığı için- hepsini aldım (bu arada gereksizmiş, çünkü hepsi aynı şeyi söylüyor).

Araştırmış birisi olarak önemle vurgulamam gerekir ki, bu Karatay’ın buluşu değil. Tıbbi bir bilginin olağan gelişimi. Belki gelecekteki normal tıp bilgisinin erken aşamaları. 

Size şimdi o kitaplarda altını çizdiğim yerlerden alıntılar yapayım:

• Moleküler tıp dalları, kilo almanın hücresel ve biyokimyasal nedenleri konusunda, klasik görüşü değiştiren yeni kavramlar ortaya çıkarmıştır.

• Bu klasik bir diyet değildir, yol gösterici bir kılavuzdur.

• İşin bütün sırrı, vücutta depolanan yağın, uzun süre yüksek kalan kandaki fazla şekerden geliyor olması. Bunu yapan da insülin hormonu.

• Yemekten 4-5 saat sonra (ara öğün olmamak şartıyla) salgılanan leptin hormonu depolanmış yağları yakar.

• Dolayısıyla kilit kavramlar, ‘insülin ve leptin direnci’. Birinin düşmemesi, ötekinin çıkmaması.

• İnsülini, şeker ve karbonhidratlar tetikler.

• Glisemik indeks (Gİ), herhangi bir yiyeceğin içindeki karbonhidrat miktarı ölçeğidir. Hedef düşük Gİ’li yiyecekler yemektir.

• Proteinlerin Gİ’si sıfırdır (et, balık, yumurta, peynir..). Sebzelerin kimisi sıfır, kimisi az, kimisi ortadır. Baklagiller ve kuruyemişler ortanın altındadır. Meyveler orta ve ortanın üstüdür.

• Pilav, makarna, patates, ekmek, bal ve tüm şekerlerin Gİ’si maksimumdur.

• Yapay tatlandırıcılar da şeker etkisi yapar.

• Doğal olan (doymuş, hayvansal) yağlar ve zeytin/fındık yağı zararlı değildir.

• A, D, E, K vitaminlerinin çok önemli rolü vardır. Özellikle D3’ün eksikliğinin takip edilmesi gerekir.

• Yağ, kan kolesterolünü yükseltmez. Kolesterol, düşman değil dosttur.

• Yüksek kolesterolün yiyeceklerle bir alakası yoktur. Kolesterol ilaçları (uç vakalar dışında) fayda sağlamaz.

• Kuruyemişler kilo aldırmaz.

Sonuç..

Ben aslında müthiş bir şey yapmadım. Sadece bilgi edindim, düşüncelerimi yeniden oluşturdum, bir yaşam şeklinden ötekine geçtim. O kadar.

Zorluk, baştaki anlama süreciydi. Ders çalışmak gibi. Öyle eksik püksük bilgiyle olmaz. Anlatabilecek kadar bilmek lazım. Ama hayatta bir defa edinilecek bir bilgi bu. Ondan sonra sürekli ‘anlık muhakemeler’le sürdürülebilir.

Mesela kahve zincirlerinde yiyecek vitrininde tek bir şey bulamazsınız. Alır kahvenizi oturursunuz. Olur böyle şeyler

Kahvaltılarda çok zorlanırsınız.

Az meyve yerken keyfiniz kaçabilir.

Makarna, pilav, börek, ekmek fanatiklerini kesin bozar.

Ama ucunu bir yakaladınız mı, kendiliğinden gider.

Aç kalmak yok. ‘Yeni’ yiyecekleriniz sonsuz yaratıcılığa açık. Lezzet ise, gani gani.

Onun için geçiş aşaması zor, devamı çok kolay.

 

Anılar

Acaba bu defa nereden çıkacak?

90’ların başı. Bir bankada İK yöneticisiyim.

İcra kurulu gibi bir üst organizasyonel yapı vardı: İş kollarının en tepesindekilerden oluşan -bir nevi başkan yardımcısı- 3 kişi (bu arada birisi öldü, çok severdim, Allah rahmet eylesin) ve genel müdür.

Her hafta toplanırlar, strateji tartışırlardı. Bu arada, konusuna göre, zaman zaman da ilgili GMY’yi ‘yukarı’ çağırırlardı.

Yine böyle birgün o meşum çağrının üzerine çıktım. Giderken gündemi falan bilmiyorum. Oturmuşlar engizisyon heyeti gibi. İlk salvo geldi (bilmek isterseniz yaylım ateşi ya da âni atak demektir): ‘Son bir-iki ayda hangi bankalardan adam aldık? Tam sayıları ne? Ağırlıklı olan banka var mı?

Allahım ya Rabbim, ayda 50-60 giriş var, tek tek ben nasıl hatırlayayım? Yaklaşık bir şey sallasam sakat. Tahminen bir şeyler dedim. Suratlar asık, net değil ya, tatmin olmadılar.

Haydi çıkarırsın bir sürü istatistik.

Başka seferlerinde -hatırladığım- şu soru çıktı: ‘Yeni alınan müdürlerden birinin önceki bankasındaki kıdemi ne kadar?‘ Bizim istatistiğe bir boyut daha eklendi; dağılım yetmez, kırılıma da giriyoruz. Ve ben her gün ezberliyorum.

Sonra aylar-yıllar derken olay iyice koptu: Şu kişinin referansı kimdi? Öbürüne niye bu unvanı verdik? O müdürün işe aldığı uzmanı sen de gördün mü? Neden şu güzergahta servis koymadık? Şubeden geç çıkanlar yemek meselesini ne yapıyor? Şu hatırlı müşterimizin çocuğunun cv’sine baktın mı, ne diyelim? Hatta şu soru bile gelmişti: O şubeye gelen müşteriler arabasını nereye park edebilir?

Sonunda benim takibe aldığım veriler öyle bir boyuta ulaştı ki, departmanda bir kişi neredeyse günde birkaç saat bununla uğraşıyordu, ben de her sabah erkenden oturup onları çalışıyordum. O gün tahtaya kalkma ihtimaline karşı teneffüste son bir inekleyen çocuk gibi, kendi kendime her sabah raporu okuduktan sonra kapatıp sayıları tekrarlıyordum.

2014’de Deloitte, küresel İK raporunda, yeni İK ölçerek yapılır dediğinde, kendi kendime içimden koparak ‘evet çok iyi biliyorum canım’ demiştim.

Hâlâ o günlerin muhakemesini yaparım. Tabi ki soracaklar, işleri bu. Ve ben tabi ki bilmek durumundaydım, görevim bu.

İyi de nereye kadar? Hadi bazı önemli güncel verileri öngörmeye ve aklımda tutmaya çalışayım.

Ya dipnottan sorarlarsa?

Bence Pazartesi sendromu bu sorunun içinde işte.