Gene Milattan sonraki bir zamanlar. 96-97 falan olabilir. Bir bankanın yönetmenlerine yönetim becerileri anlatıyorum.
PowerPoint’i hiçbir zaman sevemedim ama o zamanlar daha bugünkü kadar itici gelmiyor bana. Neyse.. elzem becerilerin her birini bir slayta yazmışım. Anekdotlarla falan gidiyoruz işte tek tek.
Serde çıkıntılık var ya (bu arada ser, kafa demek), becerilerin adını da ben koymuyorum. Nasıl bir şey olduğunu anlatıyorum, sonra ona uygun ne isim verebiliriz milletle tartışıyoruz.
Hep de antika antika becerilerden söz ediyoruz. Mesela derdim ki, yöneticilikte diplomasi becerisi diye bir şey vardır. Tanımsız, şekilsiz, bela bir şeydir. Yukarının gereksiz yıpratıcılıkları aşağıya nasıl aktarılmaz, ya da ekipteki bazı yararlı ‘cins’ler nasıl idare edilir? Böyle böyle sokak bilgileri işte. Sonra da sorardım, ne diyelim şimdi bu beceriye? Diplomasi adı iş görür mü?
Mutlaka meşhur motivasyon konusuna da gelirdim. İnsanların kafasında var ya şu kalıp düşünce: Yönetici motive eder.. etmek zorundadır.. işi budur. Ben de derdim ki, Allah aşkına nereden çıkmış bu? Motivasyonun teoride onlarca tanımı var. Hepsini alt alta koyup ortak paydasına bakarsanız şu çıkıyor: Güçlü, kişisel ve belli bir sürekliliği olan istek duygusu. Kültürlerin empoze ettiği bir şablon biçiminde de olabilir, tamamen kişiye ait bir tutum da olabilir. O insanın anlamlarına bağlı.
Ne zor olurdu bunu izah etmek. Nasıl yani derlerdi, motivasyon mutlu olma değil midir? İnsanlar dışarıdan müdahaleyle motive edilemez mi? Biz bunu yapmak zorunda değil miyiz?
Ben de, bazen evet ama prensip olarak hayır derdim. Kendi motivasyon sebebini bilen bir insanınkini anlamadan onu motive edemezsiniz derdim. Hatta o kadar dinleyecek, anlayacak haliniz yoksa denememeniz bile lazım derdim. Çünkü o insana nüfuz edemezsiniz, ters teper. Ortalama bir yöneticiyi aşar bunu başarabilmek.
Birgün yerleşmiş düşüncelere hendek atlatmaktan o kadar sıkıldım ki, bakın dedim, Thelma & Louise var ya, sizce onlar uçurumdan atlarken motive miydi?
Aman hocam derlerdi, öyle motivasyon olur mu?
Tepem attı. Eğitimler ikişer gün ya, ertesi gün evdeki VHS kaset koleksiyonumdan (evet efendim, o zamanlar öyleydi) filmi kaptım geldim. Oteldeydik. Kurun şu sistemi dedim, video player bulun.. ses, yansıtıcı hepsini hallettiler.
Önce bir güzel Ridley Scott’un yönetmen olarak tarzını anlattım. Filmin, bir yol filmi sayılıp sayılamayacağından bahsettim. Sonra içinden üçer dakikalık üç tane sekans gösterdim.
Şimdi iyice bakın yüzlerine dedim. Yüz ifadelerine bakın. El ele tutuşmalarındaki çoşkuya bakın. Görün şu duygunun netliğini. Yaptıklarını isteye isteye yapmak değil midir bu?
Daha ileri gidiyorum; bu bir intihar değil. Bu bir baş kaldırma. Bu, yaşadıkları tüm haksızlıklara bir itiraz. Bu onların varoluşu. Bu net bir bilinçlilik hali.
En sonunda şunu derdim: Anlatmak istediğimi görmeniz yeterli. Bu kadar istemiyorsanız adına motivasyon demeyelim, başka isim bulalım. Kişisel arzular deyin mesela.. ya da itici güç deyin.. ya da dürtü deyin (hilem şu ki, motivasyon tanımlarında ‘desire’ ve ‘motive’ kavramı geçer). Şart mı motivasyon kelimesine saplanmamız?
O gün değerlendirme formuna şöyle yazmışlardı: Eğitimde en unutamadığımız yer filme bu gözle bakmaktı.
Budur işte istediğim. Kazındı mı böylece hafızalara?
Sonraki zamanlarda sinemalı eğitimlerim aldı başını gitti. Ama sinema derin hobim ya, sekansları göstermeden yönetmeninin tarzına kadar anlatıyorum.
Tabii piyasada duyuldu. Zaman içinde kopyalarım çıktı. Çok yaygın kullanılmaya başladı.
Bugün, benim için, o günlerdeki sinemalı eğitimlerim, boş kubbede hoş bir sada.