Anılar

Nasıl sokak kedisi olunur?

Hep sorarlar, sen nasıl yaptın? Nasıl serbest çalışmaya geçtin?

Başkaları için bir ölçüt sayılmaz ama biraz anlatayım.

41 yaşındaydım. O yaşa kadar pişmiş tavuk olmuşum. Kimi çalıştığım yer satılmış, kimisinde yeni CEO gelmiş her şeyi değiştirmiş, kimisinde kariyerim çıkmaz yola sapmış.. Söylüyorum işte, yol bitmişti. Yani tam olarak kim itti bilmiyorum ama denize düşmüştüm.

Buradan başkalarına belki şöyle bir küçük sonuç çıkabilir: Bazen kararlar durumdan çıkar. 

Zaman bugünkü zamanlar değil, startup mantığı işlemez. Düz mantık dedi ki: En iyi bildiğin işi yap. Meslek seçimi anlamında değil, işin çekirdeğini dedim.

Ben en iyi ne yapmayı bilirim? Görürüm, araştırırım, anlarım, toparlarım, anlatırım. İş bu! Bu ne olabilir? Danışmanla eğitmen karışımı bir şey. Bu da meslek formatımdı işte.

Bir sonuç daha: Sizin uyduğunuz meslek olmaz, size uyan meslek olur.

Sonrası kiminle, nasıl, nerede?

Oradaki hashtag’lerimiz: Birikim, eldeki para, herkesin kendi mükemmellik çıtası, emek, biraz şans..

Ortaklık derseniz, evlilikten öte bir şey. Ya tencere-kapak, ya hiç. Evet, bilerek abartıyorum.. izahsızca, mantıksızca bir uyum yoksa mantık toslar. Kısa bir hata yaptım, bunu da deneyimlemiş oldum ve tek başıma devam.

Esentepe Gazeteciler sitesindeki bahçe içinde evden dönüştürülmüş ofisim, 6 yıl, tam içimin işe yansımasıydı. Özgündü, iyi işledi, beni mutlu etti. Oldu yani.

Ama..

Hep kaygı. Hep bir para yettirme derdi. O yıllardan bende kalan iki duygu: “Allahım bu lanet ödemeler durmadan yağıyor”, “hâlâ faturamızı ödemediler mi?” Ben gülmüyorum. Bugünkü halim bir tür post travmatik stres bozukluğu.

Ve sevgili ülkemin o insanı hasta eden makro ekonomisi. Büyük sorun. İnsana böyle iş yapılmaz dedirtir.

Vergi başka dert. Neredeyse şunu söyleyebilirim: Vergi sistemimize göre mükellef = hamster’ın dönme dolabı. Koş hamster koş, belki kazanırsın.

Şubat 2001’de, bendeniz Titanic buzdağına çarptı. O günler anlatılmaz, yaşanır.

Sonrası malum. Bir daha büyümemecesine küçülme..

16 yıldır sokak kedisiyim. Sokak kedilerinin bilge bir hali vardır: Hep yalnızdırlar. Kasmazlar. Çöp konteynerlerini iyi tanırlar. Buldukları kadar yerler. Amaç hayatta kalmaktır, ev/sahip bulmak değil. İnsanlara yaklaşmazlar. Kimseye uymak zorunda değillerdir, özgürdürler.

Çünkü o özgürlüğün bedelini ödemeyi kabul etmişlerdir.

 

Anılar

Bir tövbe öyküsü

O yönetim kurulu başkanını çok severdim (hâlâ öyle).

Birgün benden bir şey istedi: ‘İşini gönülden yapanlar var. Bir de ucundan tutanlar var. Benim görebildiklerimle olmaz, âdil ayırt edilmeleri lazım, bize aynı zamanda kuruma artı değer katacak bir performans sistemi kur’.

Zaman baskısı yok. Hiçbir kesime karşı önyargı yok. Yöntemime karışmak yok.

Öykünün devamını anlamanız için minik bir bilgi vermem lazım burada.

‘Behaviorally Anchored Rating Scales’ diye bir teknik vardır. Kişiliklerle ve tutumlarla ilgilenmez, sadece yaptıklarına bakar. İşlerinin gereği olarak beklenen alternatif davranışları sıralar. Her davranış kademesi biraz daha ‘beklenen’dir. Ama hiçbiri ‘kötü’ değildir. Çok somuttur. Sadece işe odaklıdır. Bir davranış geliştirme kılavuzudur aslında.

Hazırlanışı zahmetlidir, çünkü neredeyse her iş için başka beklenen davranışlar bulmak gerekir.

Mesela bir müşteri temsilcisi her müşterisine eşit özeni gösterir (bu, olmazsa olmaz asgari düzeydir). Giderek ondan şunlar da beklenebilir: O andaki duruma göre bazı önceliklendirmeler yapabilir.. müşterilerini tanıdıkça kişiye özel küçük farklılıkları olan yaklaşımlar geliştirilebilir.. Bu farklı yaklaşımları gittikçe proaktif olarak da yapabilir..

Görüyor musunuz beklenen davranışlar arasındaki inceliği? Artistik buz pateninde iyiler arasındaki farklar gibi.

Hiçbirini yapmayanları görmek kolay zaten.

Buna giriştim.

Ne emek verdim ama. Her işin değişik profillerdeki yapanlarıyla konuştum, işlerini iyice anlamak için. Birbirleriyle sağlama yaptım.

Sonra her iş için kademeli davranışlar belirledim ve kurumun içinde herkese gönderdik. Kontrol etsinler, düzeltme gerekliyse yapsınlar, isterlerse yenilerini önersinler diye.

Geri dönüşler için belirlenen termin geldi geçti, ses yok. Tam bir kurumsal paraliz hali.

Biraz bekledim, bir daha hatırlattım. Millet blok olarak kapanmış halde.

Neden sonra kulağıma geldi, bazıları müdürlerine gidip ‘böyle bir beklentiyle karşılaşmaktan ne kadar üzüldüklerini’ söylemiş. Bu bir zorlamaymış. Yetişkin insanlara müdahale etmekmiş. Onlara güvenmemekmiş.

Devam etmenin bir anlamı kalmadı tabii. Bu kadar trajediye dönüşmüş bir durumda performanstan ne hayır gelecek?

Yaa.. boşuna demiyorum bugün, bir performans sistemini oturtmadan önce değer yargılarını araştırmak lazım diye. O 101’lerin altında ne anılar yatıyor.

Yönetim kurulu başkanından randevu aldım. Çalışmam için bir bedel istemiyorum, şimdilik burada bırakmak lazım dedim.

Tövbe ettim bir daha kendi başıma yürümeye.

İstediği kadar vakit kaybı olsun, İK tek başına hiçbir şeydir. Teknik mükemmelliğin bir kıymeti yok, her adımı insanlara benimsetmek lazım.

Ya beraber.. ya bu iş olmaz.

 

 

 

Anılar

Bu da benim Ölü Ozanlar Derneğim

Bir zamanlar meşhur MT’ler (management trainee) vardı (ukalalık etmiyorum böyle denirdi). Özellikle bankalara alınan sıfır km yetenekler. Yıldız havuzu.. fidanlık.. ne derseniz.

İşin bütün esprisi seçilmelerindeki titizlik ve ondan sonraki ağır eğitimdeydi. Nefes alamazlardı aylarca. Normal hayatta bunun dengi bir eğitim bilmiyorum. Abartmayayım ama komando eğitimi gibi bir şeydi: 6 ay.

Bu işin en iyisi kabul edilen bir bankanın eğitim programında sonlara doğru benim de 2 günüm vardı.

İlk gün ders öncesi eğitim bölümünden beni ikaz ettiler, “bu dönem grup biraz sorunlu haberiniz olsun” diye. Bir eğitmeni ağlatmışlar. Bir başka eğitmen yönetime şikayet mektubu yazmış.

Belli ki feci sıkılmış çocuklar. Bir tür başkaldırma.

Açıkça bir saygısızlıkları yoktu ama hiçbir şey ilgilerini çekmiyordu. Dinlemiyorlardı. Umursamadan kendi aralarında konuşuyorlardı. Bazıları da bunalım takılıyordu, kafası sürekli öne eğik karalama falan yapıyorlardı.

Öğleden sonra anlatırken âniden kestim. Cümlemi yarım bıraktım. Çıktım sınıftan.

Holün öteki ucunda yalnız kalacağım bir yer buldum. Çektim bir sandalye. Ayaklarımı pervaza uzattım, ne yapacağımı bilmiyorum. Bir karar vermem lazım.

En fazla yapmam eğitimi. Fatura da göndermem, kimse bir şey diyemez. Zaten sabıkalılar.

Sanırım yarım saat kadar oturdum öyle.

Sonra bir baktım uzağımda bir kız bir oğlan. Hocam gelebilir miyiz dediler. Tabii dedim. “Biz aramızda konuştuk, özür dileriz, devam ederseniz dinleyeceğiz” dediler.

Döndüm sınıfa. Dedim ki, gitmek isteyen çıksın, yoklamaya yazmayacağım, tek isteğim yarın sabah sağlam gelin.

Sessizlik.

O zaman ben de baştan alıyorum dedim.

İkinci gün hiç sorun çıkmadı.

İçlerinden bir tanesini 16 yıl sonra gördüm. Önemli bir şubenin müdürüydü. O söyledi, hatırladınız mı, ben o sınıftaydım diye. Sınıftan 5-6 kişi daha Genel Müdürlükte departman müdürüymüş. Bir tanesi bankanın iştiraki bir finans şirketinde genel müdürmüş.

Biz o gün yerli Ölü Ozanlar Derneği olmuştuk.

 

 

Anılar, Hard İK

Alternatif yönetim

Olmuştur bu da 17-18 yıl.

Bir bankanın tüm şube müdürlerine yönetimdeki yenilikleri anlatmamı istemişlerdi.

Bir çeşit içeriden bilgi: Bu yöntemler işliyor mu? Pratik olarak nasıl yapılır? Hızlandırılmış güncelleme istiyorlar yani. Birkaç aylık proje benim için.

Aklım pek yatmamıştı başlamadan. Çünkü dışarıdan çok sönüklerdi. Siz bakmayın lafı yumuşatıyorum. Köhne demek istiyorum.

Türk usulü yaptım, dur bakalım hallederiz dedim kendi kendime.

Tahmin ettiğim gibi, durum feci. Çoğu müdür, bir önceki eğitimine en son şefken katılmış (evet unvanlar orada böyle). Sisteme geçmişler ama bazı uzak şubelerde hâlâ müşteri hesap hareketleri kartoteksde elle tutuluyor falan. İnternet sık sık kopuyormuş, akşamları mesai yapıp oradan sisteme geçiriyorlarmış.

Çoğu müdürün hayatındaki tek işyeri. Başka yer bilmiyor. Memurluktan başlamış. Emekliliğime az kaldı diyor.

Ne anlatayım şimdi ben onlara? Zirvelerde bahsedilen trendleri değil herhalde? Sıfırdan başlasam ayıp, çok geç. Buldum orta bir yol (meraklısına: ters yüz eğitim yapmıştık, önce yaşanmış olaylar sohbeti, sonra ona dayanak olabilecek bilgiler)

Bu arada zaman geçtikçe bir şey fark ettim.

Tamam yokluk içindeler. Teknoloji falan sümme hâşâ. Piyasadaki saldırgan rakiplerle baş etmelerine imkan yok.

Ama öyle değil işte; bayağı müşterileri var. Nasıl olur yahu? Niye ki?

Sebep şu.. Müşterileriyle beraber başka bir zaman boyutunda gibilerdi. Bir tür aile olmuşlar. Ne hikayeler duydum. Mesela bizim müdür, müşterisinin muhasebecisiyle geceler boyu bilanço tutturmaya çalışmış. Çocuğunun ameliyatında hastanede gece onunla kalmış. Müşterisi az mahsul almış, onunla birlikte günlerce uğraşmış daha iyi fiyata alıcı bulmak için. Hatta kendi bankasından acil kredi çıkartamamış, başka bankalardaki dostlarını devreye sokmuş, müşterisinin işini çözmüş.

Bunları kitaplar yazmıyor ki. Bunlar insanlık halleri. Tuhaf bir işine (hayata?) bağlılık.. samimi bir ilişki kozası.. gerçek güven duygusu.. 

Anlatayım derken, ben onlardan ders almıştım iyi mi?

 

Anılar

İkilem

Biraz hazırlayayım sizi.

Öncül nedir bilir misiniz? Bir mantık geliştirirken sonuca götüren iki önermeden biridir. Yani dilemma: Di (iki), lemma (öncül).

Bazıları der ki, dilemmada, seçmeye zorlandığınız her iki alternatif de olumsuzdur. Onun için karşılaştığımız birçok durum aslında dilemma değil, syllogism’dir (kıyas).

Siz karar verin, benimki hangisi?

Benim meslek çizgim şöyle gelişti: Avukat, avukat, avukat.. sonra neredeyse tüm vaktimi alan kurum içi hukuk eğitmenliği.. sonra âniden eğitim bölümü yöneticiliği.. sonra yavaşça tüm İK.

Beni avukatlıktan sökerken yallah yurt dışında işbaşı eğitimine demişlerdi (Brüksel’de bir bankanın eğitim bölümüydü). Daha sonraları İK’ya geçerken de kucağıma önce işe alma mülakatlarını ve iş davalarını vermişlerdi.

Ondan sonrası, yıllar boyunca sayısını unuttuğum küçük küçük eğitimler. Çokça yaparak öğrenme. Nereden geldiğini bile bilmediğim bir sürü bilgi. Yani diyeceğim, ben kalfalığımı bilmedim. Gösterdiler, kendi başıma yaptım. Ustam olmadı. 

90’ların başında bütün İK’nın dümenine geçince çok fena köşeye sıkışmıştım: Özlük bilmeyen İK’cı olur mu? Anlatıyorlar, defalarca gösteriyorlar, tamam diyorum, bir bakıyorum uçmuş. Çünkü sonuçta nasılsa birisi yapıyor.

İşte dilemma oradaydı.

Alttakileri okumadan üst sınıfa atlamış uyum sorunlu çocuk. Ya önce alttan ders alıp temeli yapacaktım, ya iyice ileri derslere girişecektim.

Üst yönetimin derdi değil. Onlar haklı olarak bildiğimi farzeder ve iş bekler. Hem operasyon sorunsuz işlemeli, hem müşteriler memnun olmalı.

Ben sahne önünü seçtim.

Yürü oğlum.. seni sistem kurasın diye seçtiler, bilenini bul, işi ver geç dedim.

Diyetini pahalı ödediğim bu oldu. Bir defa, delege ettiğim insanların yaptığını kontrol edecek kadar bilmemek, sorumluluğunu benim üstlendiğim bir risk. İkincisi, bu bir tür başkalarına bağımlılık. 

Bugün bana nasıl İK’cı olabilirim diyen genç insanlara, önce özlükte çalışarak demem bundan. O bordro çekilecek, SGK bildirimleri yapılacak.

Sonra ne yaparsanız yapın.