Hard İK

Bir müşteri ilişkileri vakası ( Apple Türkiye)

Ben bir iOS’çuyum (hayatım iPad 2). Dizüstü ve Windows, 4 yıldır hayatımdan tümden çıktı. Onun için iPhone kaderimdi, gecikmeli olarak geldi. Şimdi okuyacağınız, iPhone’u aldıktan sonraki ilk 3 günün öyküsüdür.

İlk gün Zorlu’daki Apple’a gittim. Amaç, aksesuar ve telefonun kurulumu için yardım almaktı.

Ancak görünce anlarsınız, masa masa değişik bir mağaza sistemi.

Kurulum destek masasına oturdum. Masada tam 5 tane cinsiz: Birimiz de 80 yaşlarında bir anane! Ananenin iPad’i var, e-posta alıp göndermeyi bilmiyor, yardım istemeye gelmiş.

Bize bakan iki görevli yardım etmek için samimiyetle gayret gösteren çocuklar. Ufak ufak hepimize yetişiyorlar.

Sonunda ne oldu biliyor musunuz? Birisi kendini tamamen ananeye tahsis etti. Başladı ona e-posta nasıl atılır anlatmaya. Vee masada hiç kimse buna itiraz etmedi. Ötekiyle idare ettik halloldu gitti.

Ertesi gün fark ettim ki, iki mail hesabımdan birisi mail’leri alıyor ama gönderemiyor. Saatlerce uğraştım pes dedim sonunda. Yapamıyorum Allah yapamıyorum.

Üçüncü gün hadi dedim bu defa Akasya’daki Apple’a gideyim. Alışkınım ya şu yanda gördüğünüz masada işimi halletmeye.

Gene masada bir sürü kişi. Sıra bana geldi. Derdimi söyledim. Görevlinin cevabı: Biz sadece donanımsal kuruluma yardımcı oluyoruz, kişisel hesap sorunlarına karışmıyoruz, kusura bakmayın yardımcı olamam!

Şahane iki mağaza açıyorsunuz. Kurum politikaları oluşturuyorsunuz. Görevlileri mükemmel eğitiyorsunuz. Ama her şey gene insanlıkta ve cephedeki insanların o andaki inisiyatifinde bitiyor.

Yaa.

Hard İK

Etik ve Politika nedir? (Temel bilgi olarak)

Ethic > Ethos>Custom, habit > Gelenek, alışkanlık> Çoğul olursa ‘manners’ > Tavır, tarz > Zaman içinde: Kişisel davranış ilkesi> Kişisel ahlak ilkeleri

Evrimi gördünüz mü? Sırasıyla: Bir davranış biçimini benimsiyorsunuz, sonra o kişisel standardınız oluyor, sonra o standart sizin ahlak anlayışınız olarak algılanıyor, sonra birçok kişi böyle yapmaya başladığında ortak bir davranış standartı oluyor, sonra -başına kişisel ibaresi koymazsanız- bunun adına tüm zamanlar için geçerli ahlak ilkeleri diyorlar.

Onun için İngilizcede öyle zart diye ethic denmez. Başına genellikle ‘personal’ konur ve çoğul yapılır. Yani ‘personal ethics’ kendi ahlak ilkelerinizdir. Keyfiniz bilir.  Başkalarına uymasa da size göre onlar ahlaktır.

Mesela Özal ‘Benim memurum işini bilir’ demişti. Bu, resmen küçük rüşvetlere göz yumulabilir demekti. Ya da ‘Anayasa bir defa delinmekle bir şey olmaz’ demişti. Bu da, kendince pratiklik, iş bitiricilik demekti. Beğenin veya beğenmeyin, işte size ‘personal ethics’. Evrensel etik anlayışına uymasa da dert değil. Gene de adı etik.

Bir dönem hukukta vize sorusu olarak ‘avukat olarak kişisel etiklerinizden örnek verin’ demiştim. Birisi, özel hayatıma tecavüz ettirtmem demişti. Birisi, aklım yatmazsa ve değerlerime ters düşerse o işi almam demişti. Onlar 100’le geçmişti. Etiklerini beğendiğimden değil, etikleri tam anladıklarından.

Şimdi gelelim politikaya.

Politic > Polis kökünden: Kent devlet >Politikos: Kent devlette yaşayan yurttaşlara ait > Birbirinden tamamen farklı kent devletlerin günlük yaşam kuralları > Birim yapıların yazılı olan/olmayan yönetim kuralları

Mesela bir kurumun İK politikaları içinde ‘Ast-üst aynı birimde evli olamazlar’ diye bir kural olabilir. ‘Farklı birimlerde de olsalar, bu birimlerden birisi İK olamaz’ diye bir kural olabilir. ‘Tüm işten çıkarmaların gerekçesi açıkça duyurulur’ diye bir kural olabilir. ‘İşe almalarda yüksek lisans ve doktora otomatikman bir kademe üst unvana hak kazandırır’ diye bir kural olabilir. Bunlar o kurumun politikalarıdır. Karışmayın. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz o ayrııı. Böyle istiyorlarsa sürdürürler, birgün canları isterse politikalarını değiştirirler.

Politikalar değerlidir çünkü belirlilik sağlar. Belirlilik de güven sağlar.

Niye bu ikiliyi birlikte anlattım, çünkü benziyorlar, karışıyor. Kişisel etikleriniz veya kişisel politikalarınız olabilir; Aynı kapıya çıkar. Ama kurumsal etikler ve politikalar denince biraz daha ayırt edilir olur.

Oldu?

Hard İK

Herzberg sürüm yükseltmesi

Frederic Herzberg’i (1923-2000) yönetim âlemi sever çünkü -Maslow gibi- motivasyonu sağlayan ihtiyaçları obsesif  bir sıralamayla dizmemiş. İki-Faktör kuramını ortaya karışık gruplamış. Meşhur kitabının 1987’de 1.2 milyon baskıya ulaşması fikirlerinin etkililiğini gösterir.

Bugün hâlâ kuramı terk edilmedi. Tartışılır, eleştirilir, kullanılır.

Ben bir adım daha öteye gideceğim: Güncelleyeceğim.

Aşağı yukarı Herzberg şunu der: İnsanları motive etmek için yaptıklarınızın çoğu aslında sadece motivasyonlarını kaybetmelerini önler. Sevabına yaptıklarınızla gerçek motive edicileri ayırın! Bu, hep aklıma ev kadınlarının yakınmasını getirir: Bir sürü emekle yapılan temizlik görünmez, sevilen bir yemekle yaşasın annecim olurlar.

Herzberg’in ta 1950-60 arası yaptığı araştırma sonuçlarıyla konuşalım: Koruyucu (hijyen) faktörlerin olması, deneklerin % 10-30’u tarafından motive edici bulunurken, olmaması % 65-80’i tarafından motivasyonu olumsuz etkileyici olarak değerlendirilmiş. Yani kıymet bilenler, nankörlerin 1/3’ü falan:)

Şimdi tek tek -herhangi bir önem sırası olmadan- şu hijyen faktörlere bakalım.

Ücret: Bence hâlâ motivasyonu yaratan değil, koruyan bir faktör.  Belirlenmesinde çok büyük bir hata yoksa onunla motive edemezsiniz. Hatta insanların kendi ücretlerini başkalarinkiyle karşılaştırıp 3 kuruşluk fark için elemlere gark olmasını da engelleyemezsiniz.  Ancak şu yeniliği ekleyebiliriz. 90’larda Hay Management’ın bir tezi vardı: Yan haklarla, ücretten daha çok motive edebilirsiniz diye. Bu artık günümüze uymuyor; Yan haklar da ancak eksikliğinde motivasyonu etkileyen bir unsur. Not: Umulmadık zamanlarda spot para bunun dışında, onun elektroşok etkisi hiç değişmedi, onunla müthiş motive edilebilir.

İş güvenliği:  Bu değişti. Bugün gelinen noktada iş güvenliği -motivasyon sağlama bakımından- koruyucu faktör olmaktan çıktı, motive edici faktör oldu. Kurumlar bunu yapamayacağına göre, hiç olmazsa işten çıkarmalar objektifleşmeli. İlkeleri, politikaları belirlenip ilan edilse o bile iş görür, sadece işten çıkarmanın adaletli olması motive edici olabilir.

Çalışma koşulları: Buyurun bir değişim daha. Zirvelerde durmadan aynı şeyler anlatılıyor, sorun bakalım Y’lere mesai saatleri için ne düşünüyorlar? O artık bir motive edici faktör.

Denetimin düzeyi ve niteliği: Denetim kavramına performans değerlendirmeyi sokarsak, şunu söyleyebiliriz: Performans sistemleri tek başına motivasyon kırıcı veya motive edici olabilir. Onun için bu da hijyen faktörlerden çıkabilir.

Şirket politikaları ve yönetimi:  Boşuna mı o kadar sosyal sorumluluktan söz ediliyor? Çevreye ve insan haklarına saygılı bir şirkette sorun bakalım insanlara sırf bu nedenle kurumlarına bağlılık hissediyorlar mıymış? İşveren markası ve itibar yönetimi ile insanları motive edilebilir miymiş? Demek ki bu da artık hijyen faktör değil.

Kişiler arası ilişkiler: Buna diyeceğim yok; hâlâ hijyen faktör sayılabilir. Sırf bununla motive edemezsiniz. Fabrika ayarlarının böyle olması lazım zaten.

Bunlar da Herzberg’in doğrudan motive edici faktörleri:

Başarı duygusu:  Sonuna kadar geçerli. Hatta bir yenilik eklendi: “Zorlanarak başarma duygusu”. Çok önemli. Anlatamam şimdi, uzun.

Tanınma: Devam. Sadece daha ince teknikler kullanmamız lazım.

Sorumluluk: Devam. Yeni tür yetkilendirmelere geçmeliyiz (empowerment gibi), çok geç kaldık.

İşin kendisi: Eskisinden de önemli. Burayı derse dönüştürmek istemiyorum ama şu iş zenginleştirmeyi kullanmayı bilmiyoruz.

Kişisel gelişim: Burada sözü edilen şey şu gına getiren kişisel gelişim eğitimleri değil, “öğrenme”, “beceri geliştirme”. Mükemmel bir motive edici.

Yükselme: Bu konu sorunlu. Bugünkü koşullarda kolay iş değil. İnsanlar bunu görüp bir değerlerini artık değiştirecektir diye düşünmek istiyorum. Bence motive edicilerden çıkması lazım.

Gördünüz mü? Herzberg 60 yıl önce şahane şeyler bulmuş da, biraz uyarlamaya ihtiyaç var. Motivasyonla ilgili tutumlarımızı biraz gözden geçirmekle büyük değişimler yaratabiliriz.

Un, yağ, şeker şuracıkta. 

Hard İK

TEGEP 4. Zirve Teması için ters yüz bir yorum

Sen misin ters yüzü zirve konusu yapan? Bakın havaya girdim. Kim ne dedi, sunumu iyi miydi kötü müydü, valla hiç uğraşmayacağım onlarla. Size, anladığımın ekstresini çıkarıyorum. Önemli olan bende kalan. Yani ters yüz tekniği ne diyorsa o!

Flipped learning.. Blended learning.. Reverse teaching.. Aktif öğrenme..

Bütün mesele nöral devrelerde ve nöro plastisitede. Beyin, kendi dinamikleriyle hareket eder. Her beyin biricik. Kendi sebep-sonuçları var. Sadece dikkat edince öğrenir ve sadece isterse dikkat eder. Dikkat yoluyla algıyı açarsanız, içeriye 5 duyunun taşıdıkları girer. Zorla (başkası değil kendiniz dahi) algılamaya çalışırsanız, yüzeysel tutar, sonra çöpe. Geleneksel eğitim hazır bilgiyi öğrenmeye zorladığı için beyin karşı koyar. Sonuç: Beynin galibiyeti.

O zaman basit bir gerçeğe geliriz: Ya kendi kendimize öğreniriz, ya da bu iş olmaz.

Püf noktası burada: Kendi kendimize öğrenmeye dışarıdan ne kadar yardım edilebilir? İki noktada ‘yeni’ öğrenmeyi yapılandırabiliriz: Yalnızken öğrenecekleri materyali ince ayarlayabiliriz (çok hafif tutabiliriz, çekici kılabiliriz, bilerek anlamlı parçalara bölebiliriz), sonra da sınıfta sosyal etkileşimi bir araç olarak kullanırız.

Öğrenenin kendi kendine yapabileceklerinde refleks olarak akla video, uzaktan öğrenim ve kurum içi sosyal medya geliyor değil mi? Hah, onlar da evriliyor. Mesela videoların süresi kısalıyor, içerik kolaylaşıyor, görsellik artıyor (kişisel not: bence e-learning’i de masaya yatıracağımız zaman yakındır). Erhan Erkut bu noktada acı gerçeği de söyledi: Bizim gençliğimizin kültüründe hocayla aktif iletişim yok. Ne kadar uğraşsam kimse e-mail ile bir şey sormuyor dedi. Aynısı benden: Kurumsal hayatta da hiç farklı değil, biz sormayız arkadaş. Bize kimse zorla soru sordurtamaz!

O zaman sınıf içi iletişimi gene göreceli olarak önem kazanıyor. Zaten benim de yaptığım şeydi: Konuya gerçek/çarpıcı bir anekdotla dalmak ve arkasından tartışmayı fitillemek. Hem de daha konunun ne olduğundan bile bahsetmeden (Erkut buna kick-off diyor, Blanchard’çılar buz kırma amaçlı tanışma faslı bayıyor girin konuya sonra tanışırsınız diyor). Bu aslında bir telafi; Önceden yeterince hazır olmamanın açığını sınıfta kapatmak için masum bir hile. Ha, insanların ilgisini (dikkatini) çekecek bir şey de, konuya onların gerçek bir sorunlarıyla girmek.

Sonrası malum, bildiğiniz teknikler işte. Onlara anlattırmak, çoğu zıpçıktı oyunlar, doğaçlama tartışmalar ve en önemlisi öğrenmeyi aralıklı parçalara bölmek. Yüklenmemek. Peşini de bırakmamak.

Erkut, (o içine işlemiş İngilizce sözcükler kullanma alışkanlığıyla) her eğitim bir performanstır dedi. Ben olsam bu kavrama ‘yönlendirilen akış’ derdim.

Yazarın yorum bölümü: Demek ki neymiş? Aklın yolu kurumları dize getirmiş (resmî eğitim için daha bir asır falan süreye ihtiyaç var). Demek ki, sahici ve normal eğitmenler, monologçu stand-up eğitmenlerinden daha işlevselmiş.

Şimdi ses veriyorum, sonra hep bir ağızdan: We don’t need no education, we don’t need no thought control.

Hard İK

İş-özel hayat dengesi

Yok.. öyle söyleyecek büyük sözlerim yok. Sadece düşüncelerimi yazarak görünür hale getireceğim. Hukukta ‘hak’ kavramı ağır mevzudur. Sınav öncesi tanım ezberlemekle sindirilmez. Bakın o meşum tanım şu işte:

“Hak, bireyin, diğer insanların yaşamına müdahale etmeden kendi yaşamına yön verme özgürlüğüdür.”

Mesela iş saatleri içindeki sigara molalarında insanın canının iş dışında konuşup kafa dağıtması özel hayat. Ama o konuşmanın konusu, 10 dakika önce yaşanan işle ilgili bir anlaşmazlığın öfkeli çekiştirmesi ise?

Sürekli -kendisinin de içtenlikle inandığı- olumsuz bakışıyla arkadaşlarında isteksizlik yaratan birinin verdiği psikolojik hasar ne olacak?

Evdeki sorunları aşamayıp yalnız yaşamaya başlayan bir yöneticinin yaşadıkları tamamen onun özelidir ama kaçınılmaz olarak bu ekibiyle ilişkilerine ve sonuçlara yansıyınca nereye kadar beklenebilir?

Çok çalışkan, bağlı, fedakâr ama heyecanlı yapısı nedeniyle gizli olması gereken bilgileri saklamayı beceremeyen bir sekretere ne kadar dayanırsınız?

Kimisi sabah insanıdır, kimisi gece insanı. Sabah mesai başlamadan mı departman durum değerlendirmesi toplantısı yapmak iyidir, yoksa mesai bitiminden sonra mı?

Temmuz-Ağustos’da mutlaka bir deniz tatili yapmak istiyor olabilirsiniz ama herkes istiyor. Şirketi kapatalım mı?

Demek ki zorluk, tanımdaki ‘kendi yaşamına yön verme özgürlüğü’ değil, ‘diğerlerine müdahale etmeden’ kısmı.

Allah vergisi heyecanlı ve boşboğaz yapımızla kuruma zarar verdiğimizde bize konuşmayacaksın diyorlar. Hayatımızın en bunalımlı dönemini yaşarken bize hallet de gel diyorlar. İyiniyetli kötümserliğimize bile bunu yapamazsın diyorlar. Hep rahat kıyafetler giymeye alışmış bir insana, olmaz rahatsız da olsan şık giyineceksin diyorlar. Bunlar hep istemeden başkalarına müdahale ettiğimiz için.

Onun için ben artık şuna geldim: Özel hayatla iş hayatının sınırı delik deşik. Karşılıklı sınır tecavüzleri hep olacak.