4 defa ön yüz değiştirdi. Ne maceralar geçirdi. Ama yazılar kaybolmadı, birbirlerine aktarıldılar. Çok eskiyenleri ben ayıklamış olabilirim.
Tüm mesleki bilgilerim, anılarım, öykülerim burada. Ve öyle de kalacak. Bu bloga dokunmayacağım. Burası; aralarda durarak, sayfa sayfa yazılmış, her kelimesi içten kitabım gibi.
Şimdi hayat bir defa daha değişiyor; ben taşındım.
Cumartesileri çarşı izni gibi bir şey var, öğlen salıyorlar, en geç 17.00 civarında dönmemiz lazım. Pazar günleri çıkmak yok. Pazarları annem babam telefon eder. Antakya’dan şehirlerarası yazdırırlar, kaçta bağlanırsa. Telefon idarenin orada. Hademe açar genellikle, sonra koyar ahizeyi, büyük avluya seslenir, Ahmet Eryılmaaaz telefonun var diye. Ne koşardım ama. Depar.
Birgün babam telefonda dedi ki; oğlum, bir ev alacağız İstanbul’dan, liseye geçiyorsun artık, yatılılık bitsin, her gün çıkar evine gidersin, arada annen gelir. Bana görev vermişti, bak beğen diye. Bir de demişti ki, annenle konuştuk, Moda uygun olabilir, gelecek hafta sonu çıktığında git oraya bak.
Görev büyüktü. Önemliydi. Ciddi yerine getirdim. İlk gidişimde bulmuştum bile. Öyle çok uğraşmam da gerekmedi. Moda çay bahçesinin yanındaki apartman işte. Önü deniz. İnşaat halindeydi, daha ikinci kattaydı. Kalaslarla kalıplar çakılıyor, önünde beton karma makinesi dönüyor, motorlu makarayla kova kova yukarı çekiyorlar. İnşaatın önündeki levhadan müteahhidin adını telefonunu yazdım, ertesi gün telefona çağırdıklarında avucumda sıkıca o kağıdı tutuyordum.
İkinci kat 7 numaralı daireyi aldı babam.
O yıl yaza kadar inşaat bitti. Yaz tatilinde taşındık. İlk taşınan bizdik. Merdivenlerde yapışmış beton kalıntıları, trabzanlar çıplak demir, asansör daha çalışmıyor.
Normal mi bilmiyorum, apartmanın içinin kokusu, İki kat yürüyerek çıkarken tüm ama tüm ayrıntılar, Moda burnundaki Golden, evin az ilerisindeki açık hava sineması, karşımızdaki tenis kortu, evin önündeki çınar ağacı.. hepsi kısa videolar halinde hafızamda. Her şey o kadar net ki, sadece oynat tuşuna basmam yeterli.
Hatırlamaktan öteye bir şey bu.
Lise yıllarımda Moda’da tek başıma o evde geçen zamanlar.
Fransa’da hukuka gidişim, annemin ölmesi, dönüş, İstanbul hukuk yıllarımda babamla orada yalnız hayatımız. Sokağa çıkma yasaklı 1 Mayıs’larda bütün gün balkonda oturuşlarımız.
Geldik 1982’ye. Avukatlık zamanlarım. Birgün babam notere gideceğiz dedi. Vasiyetname için. Hayat bu, neler getirir bilinmez, bu evin sana kalması lazım demişti.
Sonra evden çıkışım, iş hayatımın en yoğun zamanları, oğlumun doğması.
Babam evlendi. Hiç haz etmediğim berbat bir kadınla. Bayramlarda ziyarete gittiğimiz günler midem kasılırdı. O ev bana yabancıydı artık.
2001’de babam, Marmara Üniversitesi hastanesinde 26 günlük bir yarı koma halinden sonra öldü.
Veraset ilamını alırken vasiyetnamenin tenfizini de istedim. Karısı ilk defa o zaman duymuştu. Bir avukat tuttu. İptalini istediler. Cevap dilekçesinde yazılanlar inanılmazdı. Babamın teşhis edilmemiş ruh hastalığı olduğunu, bunu, onlarca -düzmece- tanıkla ve mizansen olaylarla kanıtlayabileceklerini söylüyordu.
Çok gücüme gitti çok.
Konuşmaya gittim. Bana, babanı 18 yıl bu ev için çektim, asla bırakmam demişti. Yıllarca sürecek onur kırıcı bir davaya doğru gidiyorduk.
Birkaç gün düşündüm, karar verdim. Paylaşıma giren başka önemli malvarlıkları da vardı. Teklif ettim, hepsinden vazgeç, karşılığında al otur evinde diye. Kabul etti. Durdurduk davayı.
O günden sonra birbirimizi ne gördük, ne duyduk.
19 yıldır Moda’ya gitmek canımı yakar. Evin önünden geçmemeye çalışırım.
Sonra yakın zamanlarda duydum ki, bizim evin perdesiz camlarında satılık yazısı varmış.
Sonra.. o yazı indi. Satıldı herhalde. Henüz kimse taşınmamıştı.
Önce İK’nın misyonunun neler olmadığına dair anlaşalım.
Güzin ablalık söz konusu değil. Bu devirde masal anlatmak gibi olur. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak insanları kızdırır. Toplu sosyal etkinlikler genellikle yapaydır. İşe yaramaz.
İlk yapılacak şey, departmanın dışına çıkmak. Uzaktan anlamak mümkün değil. Yaşadığımız, ajitasyon günleri. Böyle zamanlarda İK’yı, sırtında kızıl haç çantasıyla silahsız cephede dolaşan asker gibi görürüm. Orada yapabileceği sınırlıdır ama her durumun ayrı ayrı vahametini görüp ona göre karar vermesi beklenir. Acillerdeki triyaj gibi. Beyaz bayraklı BM görevlileri gibi. CSI’cılar (olay yeri inceleme ekibi) gibi. Kim bilir neler çıkar? Depresyonunu dizginleyemeyenler.. konuşmalarıyla ortamı zehirleyenler (bir vakıf üniversitesi çalışanının tweet’ini hatırlayın).. psikolojik bozukluklardan dolayı işini yapamayanlar.. Tarafsız birinin yerinde görmesi şart. ‘Oranın yöneticisi var’ yetmez, aynı sorunu o da yaşıyor, ya da sorunun kaynağı o olabilir. Kısa ziyaretler, ortalıkta dolaşmalar da yetmez, orada kalmak, onlarla uzun zamanlar geçirmek lazım.
İK’nın ilacı, çeviklik. İstisnai günlerdeyiz; hızlı kararlar verip kalıpların dışına çıkmak gerekir. Çeviklik kavramı bugün için var. Her şey değiştirilebilir; prosedürler, işleyiş. Bu, tasarım düşüncesi (design thinking) demek. Duruma bakılacak, amaca bakılacak, sonra ne gerekiyorsa o yapılacak. İK’nın rüştünü ispatı böyle olur. Yıllardır stratejik İK deniyor, işte zamanı. Örnek mi? Kişiselleştirilmiş esnek çalışma saatlarına geçilebilir. KPI’lar dış koşullara hızla uyumlandırılabilir. Mazeret izni sebepleri yeniden düzenlenebilir.
Değerlerin iyileştirici gücü var. Çünkü onlar bir ihtiyaca karşılık geliyor. Değerler, gelecekle ilgili kurumsal bir davranış sözüdür. Bu, belirlilik demektir. Belirlilik de güven demektir. Kurum, bir nevi kurtarılmış bölge olur; bu kadar belirsizliğin içinde bir nefes alma ortamı. Hiç olmazsa şunu bilirsiniz; işimle dostum. O değerleri en çok özümseyen, hatırlatan, uygulamalarında hayata geçiren kim? İK.
Burada bir tavsiye: Ölçmeden yönetilmez. Kurum kültürlerini ölçün. İnsanların tutumlarını bilin. Ona göre önünüzü görerek ilerlersiniz.
Söylememe gerek var mı?
İK, toplumsal hezeyan dönemlerinde kurumun içindeki son kaledir.
7 yaşında iki kardeşle (bir kız, bir oğlan) 5 haftalıktan itibaren hayatlarımızı paylaşıyoruz. O kadar birlikte vakit geçirdik ki, onlar iki tanıdık karakter artık benim için. Onları anlatacağım size.
Simit’in adı (kız olan), kuyruğunun kıvrıklığından geliyor. Öyle karmaşık bir sebebi yok. Öteki de cüssesinden. Osmanlılarda yeniçeri ordusunda bir Samsonlar birliği varmış, evet adları bu. Sefere çıkıldığında kangallar da gidermiş. Görevleri, gece askerler uyurken kamp alanının etrafında serbest dolaşmakmış. Çok önemliymiş işleri, gece güvenliği. Sonra gündüz ordu ilerlerken bakıcılarıyla arkadan gelirlermiş. İbranî efsanelerinde de Samson adı geçer; eskiçağın gizemli kahramanı. Yoksa Delilah’ın saçlarını kestiği sevgilisi değil:)
Bursa’dan alıp getirmiştik. Ben arkada oturmuştum, yanımda kocaman bir koli kutusu, içinde iki tane boz renkli (babalarına çekmişler) pofidik bebeyle. O üç saatlık yol, onlarla geleceğin işaretleriyle doluymuş, anlamamıştım. Simit, yola çıktıktan 15 dakika sonra kutuda sıkıldı, boyundan yüksek yere tırmanmaya kalktı. Hep düştü. Vazgeçmedi. Karışmadım seyrettim. Sonunda başardı, kucağıma geldi. Göze aldım üzerime işemesini, bekledim bakalım ne olacak diye. Orada da sıkıldı. Üzerimden tırmandı, arka camın önüne çıktı, camın önünde dolaştı, koltuğa, oradan da yere indi, her yeri keşfetti.
Bu arada Samson hiç kımıldamadı. Kutunun içinde, nasıl bıraktıysam öyle kaldı; bu, gelecekten bir sahneymiş. Aslında sorun derinlerde. Samson’un genetik bozuklukları var. Bunu baştan anlamadık. Bir çeşit engelli o. Zihinseli bilmiyorum ama anatomik. Aylar içinde fark etmiştim. Belki de gördüm, inanmak istemedim. Bu gerçeği kardeşi biliyordu galiba. Şunlara bakar mısınız?
Köylük yerde köpeklerle ilişkiler çok gerçekçidir. Birgün birisi bana ‘kimse bakmazdı buna, salarlardı doğaya’ demişti. O kadar içimi acıttı ki o söz. Samson bana bir emanet. Ben var oldukça ona bakacağım.
Apayrı iki karakterdir onlar.
Simit, ‘monden’dir. İnsan olsa; sanat faaliyetlerinden, her türlü sosyal hayattan alamazdık. Herhalde özgür ruhlu, isyankar, deli dolu, inişli çıkışlı, aklına estiği gibi giyinen bir kadın olurdu. Bağlanır, sonra sıkılıverir, kıskanır, talep eder, istediğini elde etmek için azmeder, kafasının dikine gider, laf dinlemez. Sağlam durur; içine kapanmaz, hayattan kopmaz, merak eder, dener. Kardeşini bunaltır bazen. O garibanımı çıldırtmıştır kaç kere. Geceleri tek başına çalışır. Tek bekçimiz var aslında. Samson uyur, o nöbettedir. Ha bir şey daha; hep bana değmek ister, yaz sıcağında o tüylerin sıcaklığını çekmek zorundayım.
Samson’da bir gizem var. Hâlâ emin olamıyorum, zihinsel bir sorunu var mı diye. Çok şaşırtıcı bir şekilde daha zeki bile olabilir. Tikleri var. Sürekli aynı hareketleri yapar. Bilmem köpeklerde insanlarınki gibi midir, anksiyetesi var. Hatta şunu bile düşünüyorum; aynı alanda yaşama zorunluğundan, kardeşinin hiperaktivitesi onu yormuş olabilir mi? Lafın gelişi söylemiyorum, hissediyorum bunu: huzur arıyor. Sakinliği, yalnızlığı seviyor. Yaşama kendi çapında tutunuyor. Sanki felsefî bir boyutu var. Bana bile çok sevdirmez kendini, başını geri çeker, yürür gider. Çok derin bakar; gözlerimin içine, sabit ve uzun. Onunla öyle bağlantı kurarız. Bence o düşünüyor.
Ritüellerimiz vardır. Ve işin ilginci, her biriyle ayrı ayrı. Onlara anlattıklarım farklıdır. Hitaplarım, sevgi sözcüklerim farklıdır. Davranışlarım farklıdır.
Anlamaya çalışıyorum. Varlıklarına saygı duyuyorum. Duygusal ihtiyaçlarını kabul ediyorum. Onlar da karşılığında kocaman bir güven duyuyorlar.
Lansman günü yapıldı. Konuları taslak olarak belirledik. Devamını şimdi biraz da keyfimce anlatayım.
Konularla kişilerin veya ekiplerin eşleşmesi çok önemli. Danışmanla tez konusunu belirlemek gibi bir şey. Hiç aceleye gelmemeli. Tartışacağız, birlikte değerlendireceğiz. Bazı konular için iş zor. Kaynak taranacak, kavramlaştırmalar yapılacak, anlatımı yapılandırılacak, üstüne de içselleştirilmiş biçimde çıkıp anlatılacak.
Burada üç ilkemiz işleyecek. * Kendinizi mutlak serbest hissedin. Her şey mümkün; baştan vazgeçmek, grup değiştirmek, yalnız çalışmak. Kendini iyi hissetmek demek, sahiplenmek demek. Nasıl istiyorsak öyle. * Bir defa konuyu seçtikten sonra, üstlenme bekliyoruz. Vaat. “Başladım, mücbir sebep olmadıkça vazgeçmeyeceğim“. * İK’cıların dışına çıkacağız. Kimin neyi sunacağında yaratıcılığımız tavan yapmalı.
Bu, zorlanarak başarmanın getirdiği bir motivasyondur. Öyle bir şey var, biliyorsunuz. Ve araştırmayla anlatma en iyi iki öğrenme yolu. Kazancı, olduğu gibi sahibine gider.
Çalışmaya başladıktan sonra her grupla ayrı öykülerimiz olacak. Galiba en önemli misyonum orada başlıyor; istendikçe yönlendirme. Hazır olun.. baştan almalar, olmamışlar, dayanaksız her şeyi atmalar, göndermeler, lüzumsuz lafları acımasızca temizlemeler..
Ve sahne! Kimlerin konuşmacı olacağını akış zaman içinde çok güzel belirliyor. Bizi bir şov bekliyor. Akışı kurgulayacağız. 10’ar dakikalık sekanslara böleceğiz. Cut’larımız ve flashback’lerimiz olacak. Belki bir anlatıcımız bile olur, dış ses gibi. Çünkü bütün sunumlar bir bütün aslında.
Burada da ilkelerimiz var. * İsterse hiç sunum deneyiminiz olmasın, bana güvenin. Öğretirim. * Çok özgün şeyler yaratmalıyız. Kahrolsun şablonlar. * Egalite, fraternite, liberte.. hepimiz bir süreliğine sadece ekibiz. Reklam yok. * Didaktik ve içi boş hiçbir şey yok. Somut, gerçek olacak.
Hadi, birlikte bir deneyim yaşayalım. Liderler Kahvesi ekipleri, agile olmayı üzerinde denemeli.