Yaprakları sararmış artık kitabımın. İncecik bir şey zaten; defalarca okudum. Tek kelimeyi ziyan etmeden.
Engin Geçtan bir psikiyatri profesörü. 4 mesleki kitabın ardından, ileri yaşında ‘nasıl olduğunu pek de anlayamadan kendimi kurgu kitaplar yazarken buldum’ der. Çok önemli ve ayrıksı bir durumdur bu; bir bilim insanı, mesleğinin en olgun zamanında, bilgi dogmalarını neredeyse ikinci plana iter ve bir şey keşfeder. Kanıtlanabilir yanı pek olmayan bambaşka bir boyut. Böylece kuantum ve spritüalizmle mesleki birikimini harmanlar.
‘Başlangıçların hiçbirinin sonrası yoktu aklımda, gerisi kendiliğinden geldi, neredeyse başkası yazdırıyormuşçasına. O anda aklıma geliveren o ilk sözcükle başladı hepsi. İlginç olan yön, o sözcüklerle ne yapacağımı bilemediğimde, onların inatla yerini koruması ve başka sözcüklere izin vermemesi. Tek yapacak şey, kuluçka döneminin tamamlanmasını beklemekti.’
İçsel kaynağın ona yazdırdıklarını, Jung’un kuramındaki, insanın hayvan yönünü temsil eden gölge arketipiyle açıklar.
‘İnsanın, toplum içinde varolabilmesi için gölgesindeki eğilimleri ehlileştirmesi gerekir. Ehlileştirme, gölgenin gücüne karşı çıkabilecek güçte bir persona geliştirerek gerçekleştirilir. Ancak bu uygarlaşmanın bedelini, kendiliğindenliğini, yaratıcılığını ve kendiyle diyaloğunu köreltmek zorunda kalarak öder. Buna karşılık gölge de ısrarcıdır. Personanın gücüne kolay boyun eğmez. Gölgenin istekleri reddedildikçe güç kazanarak eyleme dönüşür. Duymuşsunuzdur, düzenli bir yaşam sürdürürken, eşini, ailesini terk edip farklı bir yaşam biçimine geçiverenleri. Gölgesini terk etmiş insanlar sönüktür. Yalnızlığa ve çaresizliğe teslim olurlar. Ama gölge arketipinin ipini koparmışçasına özgürleşmesinin yaşattığı bayram da ardından bedeller ödetir.’
Geçtan’ın, anlam arama yolunda anahtar olabilecek, bayıldığım terimleri vardır: ‘İnsanın ilk özerklik denemeleri’, ‘kendini tanıdıkça gelişen yeniden öğrenme’, ‘henüz tam öğrenilmemiş özerkliğin yerini infantil omnipotansın alması‘ (çocuksu talep cinnetleri).
Bağlayacağım sonunda.
Şimdi başka bir ikonik kitaba geçelim.
Viktor Frankl, insanın anlam arayışını, ‘bir ussallaştırma, savunma mekanizması ya da yüceltme değil, temel bir güdüdür’ diye tanımlar.
‘İnsan, uğruna yaşayacağı bir şeye ihtiyaç duyar. Değerlere yönelik ilgiler bir kamuflaj olabilir; bu sahte değerlerin maskesinin düşürülmesi gerekir. Anlam arayışı, içsel gerilim yaratabilir ama ruh sağlığının vazgeçilmez ön koşulu işte bu gerilimdir. (…) Varoluşsal boşluk yaygın bir olgudur. İnsan bazen neyi arzuladığını bile bilmez, bunun yerine diğer insanların yaptıklarını arzular, ya da kendisinden yapması istenenleri yapar. Bazen engellenen anlam, güç/para/haz istemi olarak başka kılıflarda ortaya çıkar.’
‘Yaşamın anlamı, soyut bir anlam arayışı değildir. Günden güne, hatta saatten saate farklılık gösterebilir. Nihai anlam, anlamın ne olduğu değil, neyin sorumluluğunu almak istediğimizdir. Anlam; neye karşı, niçin, kime karşı sorumluluk hissettiğimizdir.’
‘Yaşamın anlamını 3 yoldan keşfedebiliriz: 1- Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak, 2- Bir insanla ilişkilerimizde, yaşananlarla, 3- Kaçınılmaz bir acıyla karşılaşırsak, ona yönelik bir davranış geliştirerek.’
Görüyor musunuz; Geçtan’ın gölge arketipiyle, Frankl’ın içsel gerilimi ne kadar aynı şey? Geçtan’ın özerklik denemeleri ve yeniden öğrenmesiyle, Frankl’ın yaşadıkça değişebilen anlamları nasıl aynı yere çıkıyor? Geçtan’ın infantil omnipotansı ile, Frankl’ın varoluşsal boşluğu ve sahte değerleri ne kadar aynı çizgide?
Onun için hem gölge arketipimle temasta kalmak, hem sorumluluklarım olsun istiyorum. Personam olarak değil, isteyerek üstlendiğim sorumluluklar.
Ve anlamlarım form değiştirerek sürekli benimle gelişsin.
Şu blogu yaratmak bir anlamdı mesela benim için. Oğlumla günlük akış içinde alakasız vatzaplaşmak da. İstediğim zaman gözümün önüne getirdiğim anılar da anlamım. Tweet’lerim de.
Bu kadar basit ve net.