Bir şeye eğilip bakar gibi içini hissetmeye çalışırdı.
Aklı karışıktı. Kendini çıkmazlarda görüyordu. Seçtiklerini yaşamıyordu. Git-gellerle geçiyordu zaman.
Yakınırdı, bunalırdı, sorgulardı. Sonra da kendini seyretmekle yetinirdi.
Bir dönem, açıklama vaat eden duygusu sorumluluktu. Onun defterine yazılmış görevlerin gölgesi olan sorumluluklar. Anlamasını gerektirmeyen kalıp sorumluluklar; öyle yapması gerekli olduğu söylenen, boyun eğdiği şeyler.
Zihnindeki ilk kayboluşlar lise yıllarında başlamıştı. ‘Ne istiyorum’un cevapları yoktu. Bastırması kolaydı ama o zaman; ‘daha çok erken, biraz şekillensin de..’
Üniversitede o anlamsız okul ona hayatta ne verecekti? Niye o berbat işe katlanmak zorundaydı? Niye hep boş ilişkilere giriyordu?
Tıkanma anlarında döngü belliydi: Üstüne git, cevapsız kalsın, sıkıldığın yerde bırak. Öyle etkili ilaçları vardı ki; konuyu espriye boğmak.. elini kadehin serinliğine uzatmak..
Zevkli bir kurguydu: İnişi deneyip, son anda pas geçmek. Düşüncelerini aşağı kaydırmalar hep iyi geldi ona.
Vazgeçiş değil, ânı çözüşler.
Sonra zaman içinde bir şeyler değişmeye başladı.
Yeni bir duygunun vakti gelmişti.
O pas geçişleri bilerek yapıyordu artık. Kendi kendine akıl oyunları.
Akıl karışıklığını kullanıyordu.
Gittikçe daha isteyerek karıştırıyor, sonra istediği yerde donduruyordu. Oynatma hızını kendi ayarlıyordu. Zihnini, hep biraz daha yüksekten bakmaya zorluyordu.
Çünkü erken zamanların görev-sorumluluklarını aşmıştı. İmkansızın kendi dışındaki nedenlerini arıyordu. Deneme yanılmaların tadını çıkarıyordu. Keşiflerde bulunuyordu.
Akıl karışıklığı oyunu olmuştu adı.