1994 sonları, sokak kedisi olduğum zamanlar.
Hayat ittirdi, yoksa ben o kadar girişimci değilim. 15 yıllık kurumsal kozamın dışına çıkmak zorunda kalmam başka bir yazının konusu olsun. Ortağıma da güvendim (Cüneyt Ülsever), iyi isimdi, o da bir faktör.
Neyse olaylar gelişti, düşündüğümden farklı bir iş çıktı ortaya: Bir çeşit güvenilen ‘taşeron’ oldum. Evet evet, kimse benim meslek bilgimi istemedi, gel bizim için hep eğitim yap dediler. Koç’un İDEA’sı.. Bilge Erengül’ün Consultraining’i.. Hayır denemeyecek yerlerdi. Onların bir parçası oluyordum o program boyunca.
Büyük, çok uzun projeler veriyorlardı bana, al sen halledersin diye. Büyük diyorsam büyük; mesela bir bankanın tüm şube müdürleri, kültürel değişimlerde tüm çalışanlar. Her biri aylarca süren zor projeler. Yıllık planlamalar yapıyorduk.
Eğitimleri tasarlamak zevkliydi, ya devamı? Onlarca defa aynı şeyi anlatacaksınız. Her grup ayrı bir tat. Her katılımcı ayrı vaka.
Kurumların bölgeleri vardır; bölge bölge ele alırdık. Oraya gidince günlerce kalırdım, 15-20’şer kişilik gruplarla ikişer günden o bölgeyi ancak tamamlardık.
Bana bir otel ayarlarlardı. Odaya ilk girdiğim anda şöyle derdim içimden: Bir süre evim burası ha.. otomatik dönüştürürdüm odayı. Koltuğun önüne bir ayak uzatma taburesi, arkasına okuma ışığı, yanında sehpa üzerinde okunacaklar, yatak örtüsü gönderilir, dolaplar alıştığım gibi yerleştirilir, banyoda kendim yıkadığım bir bardak diş fırçalık olur, elektrikli traş makinem falan konur. En önemlisi, istediğim gibi bir yastık bulunur, o kuştüyü zımbırtılar odadan atılır. Mini buzdolabına dışarıdan kendim aldığım badem falan, bol su, hatta sevdiğim şaraplar konur (bunun izni için otel müdürüyle konuşmuşluğum bile vardır).
İlk fırsatta o katın housekeeper’ını bulurdum, sakın odamı eski haline getirmeyin diye. Girdiğinizde nasıl bulduysanız aynen öyle kalacak.
Sonra rutin hayat başlardı. Akşam üstleri eğitimi tamamlayınca, çok zor bir grupsa, ‘eve’ gidip koltukta yarım saat uyuklardım. Sonra akşam sosyalleşme görevim yoksa yemek için mekan keşfi vakti gelirdi. Günün en zevkli kısmı. Kendi başıma. Benim Foursquare’im, cep telefonumda kayıtlı taksiciydi. Arardım önceden, nereye gidiyoruz bu akşam diye. Hele Ankara’da bir Adnan vardı (17 yıldır bende kayıtlı, bayramlarda arardı eskiden, kim bilir nerelerdedir şimdi), ‘arkadaşlara da sordum, bir yer varmış sevebileceğiniz, bulacağız orayı şimdi’ derdi. Beni bırakır giderdi, kalkacağım zaman arardım, müşterin var mı, yakınlarda mısın Adnan diye.
Aralarda eğitim yapmadığım günler olurdu, bir-iki gün boşluk. O günlerin ritüelleri de başkaydı. Sabah biraz uyurdum. Oda servisine telefon ederdim (tabii ki isimleriyle, kim nöbetçi bugün diye), tepsiye neler koyacaklarını söylerdim. Onların kahvaltı türlerinden bana ne.
Boş günlerde akşam üstleri hüzün çökerdi bazen. Nedense hep aklıma ‘Satıcının Ölümü’ gelirdi. Willy Loman’a demişlerdi ya, ‘satabildiğin kadar sahip olabilirsin’ diye. Ne farkı var? Her grup, her zor katılımcı memnun ayrılmalıydı. Ve ben ertesi gün yeni bir grupla baştan başlamalıydım.
Willy başarmalıydı.