Kendimce bir anma yazısı. Çok az yorumlu.
1991. Mevlüt beyin de olduğu olduğu üç kişilik bir icra kuruluna karşı sorumluydum. Tanımak için bol bol fırsat vardı yani.
Mevlüt bey jeneratör gibi kendi kendine güç üretirdi. Taşan bir enerji. Bir şey okuyacak sabrı dahi yoktu, her şey hemen o anda konuşarak halledilmeli.
Sadece ruhu değil, zihni de koşardı. Mesela cep telefonunun fihristini kullandığını pek görmedim. Onlarca (belki yüzden fazla) telefon numarasını ezbere bilirdi.
Sesinin volümünü de ayarlayamazdı sevgili Mevlüt bey. Dışarıdan tanımayan bir kişi kavga ediyor zannedebilirdi. Gene heyecandan.
Adı konulmamış etikleri vardı. İlk ‘adamını yedirmeme’ ekolü temsilcilerinden sayılabilir. Bunun, birlikte çalıştığı insanlarda tekabül ettiği duygu, güven ve mutlak bağlılıktı. Bir şube müdürünü tranfer etmek için telefonla aradığında dediklerini hatırlıyorum. Sadece ‘şu gün gelip başlıyorsun’ demişti. O kadar. İşe başladıktan sonra bana ‘ne ücret alacağım’ diye sorarlardı, çünkü Mevlüt beye bunu sormayı saygısızlık addederlerdi.
Seveni onu o kadar severdi ki, azarlamaları kimsenin kalbini kırmazdı. Belki de kendilerini suçlu görürlerdi, niye kızdırdım şimdi diye. Uzun toplantılardan, karmaşık stratejilerden, bürokratik her çeşit işten nefret ederdi. Pragmatizmin dibini onda gördüm diyebilirim.
Saat gibi işleyen bir tarzı vardı: Önce kendisi birine karşı dürüst olur, sonra ondan aynısını beklerdi. Tam da öyle olurdu. Bir nevi insanları etikleriyle terbiye etmek gibi. Sözüm meclisten dışarı, prosedürlere ters düştüğünü bildiği halde güvendiği müşterisine söz verdiği anda kredisini çıkarttırır, formaliteleri sonradan hallettirirdi.
Feyzalmak derler ya, benim bugünüme gelirken feyzaldığım üç yöneticiden biridir (diğerleri de İbrahim Betil ve Altan Edis).
Resmen bazı davranışlarımın rol modelidir: İş bitireceksin, sağlam adam olacaksın, çatır çatır da aynısını talep edeceksin.
Bir ekolü kaybettik biz aslında.